cash. Akıl kaç çeşittir? Akl-ı meâş ve akl-ı meâd ne demektir? İslâm âlimlerinden “Hangi akıl?” diye soranlara akla verdiği kıymeti ele almadan evvel; “Hangi akıl?” diye sormak îcâb eder. Mevlânâ Hazretleri Dîvan-ı Kebîr’inde “Sizin iki başınız vardır. Biri dünyaya âit topraktan baş, öbürü ise göğe âit tertemiz baş.” buyurmuştur. AKIL 2 ÇEŞİTTİR Bunun gibi, İslâm âlimleri de iki tip akıldan söz ederler Akl-ı meâş Akl-ı meâd Akl-ı Meâş Dünyevî Geçim ve Menfaat Aklı İnsanın dünyevî menfaatlerini gözetmesini ve kendini maddî tehlikelerden korumasını, yani cismânî bakımdan hayâtiyetini devam ettirmesini sağlayan basit akıldır. Bu akıl, hayvanatta dahî bir miktar vardır. Yine bu akıl, dünyevî ilimlerdeki asırlarca birikmiş bilgiyi tahsil ederek, dünya hayatında insan için pek çok fayda sağlayabilir. Fakat bu akıl mahduttur ve çeşitli hatâ, noksanlık ve zaaflarla mâlûldür. Hakîkaten, aklın ortaya koyduğu bilgiler; şüphe, tereddüt, noksanlık ve yanılma tehlikelerinden hiçbir zaman tam olarak arınmış olamaz. Zira akıl; enfüsî/sübjektif kanaatlerin, kalıplaşmış düşüncelerin, zamanla değişebilen fikirlerin ve dış çevreden gelen müsbet ve menfî telkinlerin -az ya da çok, ama mutlaka- tesiri altında kalır. Hırs, öfke, heves gibi zaaflardan; unutma, dalgınlık ve hatâ gibi kusurlardan bütünüyle kurtulamaz. Onun ulaştığı pek çok hüküm, bu dış renklerle boyanmış ve karışmış olarak ortaya çıkar. Bu bakımdan akıl, bilgiye ulaşmada hatâsız bir kaynak değildir. Nitekim aklın yanlış hüküm vermesine mânî olmak için, düşünmenin usûl ve prensiplerini belirlemek üzere “mantık” adıyla bir ilim dalı geliştirilmiştir. Fakat, bilinen gerçeklerden yola çıkarak bilinmeyenleri keşfetmek üzere akıl yürütmenin kâidelerini tespit eden bu ilmî disiplin de aklın zaaflarını bertaraf etmeye tam olarak kâfî gelmemiştir. Zira mantık ilmi, dayandığı temel gerçeklerin doğruluğu hususunda da yine pek çok zaafla mâlûl olan aklı kullanmaktadır. Bu sebeple ortada hâlâ aklî ve mantıkî olan, fakat doğru olmayan pek çok felsefî görüş ve beşerî sistem mevcuttur. “Mantığın ve akıl yürütmenin kifâyetsizliğine en mükemmel misal, sofist filozoflardır. Onlar doğru olan veya doğru olduğu zannedilen birtakım mukaddemeleri küllî önermeleri kullanarak adam aldatmak veya menfaat temin etmek yoluna giderler. İstidlâlin şeklî kâidelerine riâyet etmekle beraber, vâsıl oldukları netice, mugâlata ve safsatadır.”[1] Yani sofist felsefeciler bile, yaptıkları mantık oyunlarıyla aklın hakka ve hayra ulaşmada, doğruyla yanlışı ayırt etmede kâfî olmadığını ispat etmişlerdir. İslâm âlimleri de akıl ve mantığı kullanırlar. Fakat onların temel aldığı gerçekler; aslâ yanılmayan küllî akla, yani vahye dayandığından; dâimâ doğru olana, iyiye, güzele ve fazîlete ulaştırmaktadır. Bu sebeple vahyin rehberliğinden mahrum bir akıl ve mantık, eğriyi-doğruyu ayırt etmeye kâfî değildir. Ham bir nefsin hizmetine girmiş olan bir akıl, maddî ve dünyevî menfaatine uygun, fakat hakîkatte yanlış, çirkin ve gayr-i ahlâkî olan pek çok işi yaptırabilir. Hattâ bundan hiçbir suçluluk hissi duymaz, onu âdeta tatlı bir mûsikî gibi, gâyet tabiî olarak telâkkî eder. Ayrıca akıl, kimi zaman çıkmaza girerek kendini kilitleyebilen bir zaaf ile de mâlûldür. Nitekim aklın bu vasfını îzah sadedinde, Antik Yunan’da yaşanmış olan şu hâdise meşhurdur Bir genç, hukuk tahsil etmek için meşhur sofistlerden belâgat filozofu, safsatacı, demagog Protagorasʼa mürâcaat eder. Bunun için kararlaştırılan ücretin yarısı peşin ödenecek, diğer yarısı ise, talebe ilk aldığı dâvâyı kazandığı takdirde ödenecektir. Bunun mânâsı, talebe ilk dâvâyı kazandığı takdirde, tâlim ve tedrisi mükemmel olmuş ve hoca ikinci takside hak kazanmış demek olacaktır. Lâkin tahsil nihâyete erdikten sonra, talebe hocasına verdiği ilk taksidi kâfî sayıp ikinci taksitten vazgeçmesini ister. Bu istek yüzünden ilk dâvâ, hoca ile talebesi arasında gerçekleşir. Duruşmada talebe, hâkimler heyetine “–Ben bu dâvâyı kazansam da kaybetsem de bu parayı vermemem gerekir.” der. Hâkimin “–Neden?” diye sorması üzerine de şu îzahta bulunur “–Dâvâyı kazanırsam, kararınız gereğince; yok eğer kaybedersem, ilk dâvâyı kaybetmiş olduğum için, dâvâlıyla aramdaki anlaşma gereğince bu parayı vermemem gerekir.” Buna mukâbil, hocası olan filozof da aynı şekilde “–Ben bu dâvâyı kaybetsem de kazansam da bu parayı almam gerekir.” der. Yine hâkimin “–Niçin?” suâline şu karşılığı verir “–Kazanırsam, kararınız gereğince; kaybedersem, dâvâlıyla aramdaki anlaşma gereğince, parayı almam lâzım. Çünkü ben kaybettiğim takdirde, dâvâyı o kazanmış olacak ve ikinci taksit için gereken şart gerçekleşmiş ve borç doğmuş olacaktır.”[2] Görüldüğü üzere her ikisinin iddiâsı da gâyet aklî ve mantıkîdir. Demek ki akıl ve mantık, bu misalde olduğu gibi, zaman zaman kendi ördüğü duvarların içine kendini hapsedip çıkmaz sokaklara girebilir. Tıpkı bir duvara; “Buraya ilân asmak yasaktır!” diye, kendisi de ilân olan bir levha asarak, kendi kendini tekzip etmek gibi... Buna benzer nice beşerî ihtilâfı bile çözmekte acziyete düşüp kilitlenen aklın, sonsuz ilâhî hakîkatleri bütün yönleriyle kavrayabilmesi, hiç mümkün olabilir mi? Dünyevî bir meselede insanın vaziyeti böyle olursa; vahyin yardımı olmadan bilinemeyecek olan sayısız uhrevî, semâvî, rûhî ve dînî meselede hâli nice olur? Tabiî ki acziyet, zaaf ve noksanlık olur. Dolayısıyla aklın çıkmazlardan kurtuluşu; onun vahiyle terbiye edilmesine ve hudûdunu aşan hakîkatlere karşı, kalben teslîm olmak gerektiğini kavramasına bağlıdır. Meselâ akıl; “kader” ve “rûhun mâhiyeti” gibi mevzularda tıkanmaktadır. İslâm ise, aklın tıkandığı bu gibi hususlarda “teslîmiyet” kanatlarıyla kula ilerleme imkânı sunar. Bu itibarla İslâm âlimleri, aklı vahyin rehberliğinde kullanmanın zarurî olduğunu ifade etmişlerdir. Nitekim Şaʻbî g buyurur “Vallâhi vahye teslîm olmayan aklın kıyaslarına uyacak olursanız; haramı helâl, helâli haram sayarsınız.” Dârimî, Mukaddime, 22/198 İbn-i Sîrîn Hazretleri buyurur “Vahiy hâricindeki aklın kıyâsını ilk kullanan İblisʼtir. İnsanları Güneş’e ve Ay’a tapmaya sevk eden de vahye teslim olmayan bu aklın kıyaslarıdır.” Dârimî, Mukaddime, 22/196 Akl-ı meâş, sadece dünyada tecrübe edilebilen şeyler üzerinde çalışabilir, zanlarda bulunur, tahminler yapar, teoriler geliştirir. Bunların doğru olup olmadığını da çeşitli tecrübelerle/deneylerle test eder. İspatlayabildiklerinin üzerine yeni tezler, teoriler, nazariyeler inşâ eder. Fakat insan, uhrevî ve gaybî hakîkatler sahasında, böyle deneme, tecrübe etme, nazariyeler geliştirme imkânına sahip değildir. Bu hususta akıl, dînin ve vahyin verdiği sahih nakle, yani Kur’ân ve Sünnet’e mutlak sûrette muhtaçtır. Nitekim yarattığı kullarının husûsiyetlerini hiç şüphesiz ki onlardan çok daha iyi bilen Allah Teâlâ, aklın hakîkate ulaşmadaki zaaf ve kifâyetsizliğini telâfi için, insanlık tarihi boyunca -rivâyete göre- küsur peygamber göndermiş, vahyettiği suhuf ve kitaplarla da insanlığı hakîkate ulaştırmak için büyük yardımlarda bulunmuştur. Bu keyfiyet bile, aklın hakka ve hayra ulaşmada tek başına kâfî olmadığını göstermektedir. Akıl bu hususta yeterli bir vâsıta olsaydı, Cenâb-ı Hak insanlığa bunca kitap ve peygamber göndermezdi. Akl-ı Meâd Uhrevî Akıl Bu akıl ise, ilâhî vahye teslim olan, hikmete râm olan, Rabbi karşısında haddini bilen, nefsin hizmetine girmeyen, hevâ ve heveslerine esir olmayan akıldır. Hadîs-i şerîfte buyrulur “Akıllı kişi, nefsine hâkim olup onu hesaba çekerek ölüm ötesi için çalışandır. Ahmak da nefsini hevâsına tâbî kıldığı hâlde Allah’tan hayır umandır.” Tirmizî, Kıyâmet, 25/2459; İbn-i Mâce, Zühd, 31 Kur’ân-ı Kerîm, bu uhrevî aklı medhetmiştir. İnsanlara; اَفَلَا تَعْقِلُونَ “...Akletmez misiniz?” el-Bakara, 44; Âl-i İmrân, 65; el-Arâf, 169... اَفَلَا تَتَفَكَّرُونَ “...Hiç düşünmez misiniz?” el-Enâm, 50 buyurur. Bu îkazlar, dâimâ Cenâb-ı Hakk’ın varlığını, birliğini, kudret ve azametini ifade eden âyet-i kerîmelerin sonlarında yer almaktadır. Yine birçok hakîkati; “Bunu ancak akl-ı selîm sahipleri anlar.” “Bunda akleden bir topluluk için ibretler ve işaretler vardır.” gibi ifadelerle beyan eder. Dolayısıyla Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân’daki kavlî, kâinattaki kevnî âyetlerinde sergilediği sayısız kudret ve azamet tezâhürlerine rağmen İslâmʼdan ve îmandan uzak kalma dalâleti, ateizme ve deizme kayma gafleti, ancak dehşetli bir akıl tutulmasıyla îzah edilebilir.[3] Şu âyetlerde ise, ehl-i küfrün akıllarının hakîkate ulaşmadaki kifâyetsizliği ifade edilmiştir “Âhirete inanmayanlar, meleklere dişilerin adlarını takıyorlar. Hâlbuki onların bu hususta hiç bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Zan ise hiç şüphesiz hakîkat bakımından bir şey ifade etmez. Onun için Sen Bizʼi anmaktan yüz çeviren ve dünya hayatından başka bir şey istemeyen kimselere yüz verme. İşte onların erişebilecekleri bilgi budur. Şüphesiz ki Senʼin Rabbin, evet O, yolundan sapanı daha iyi bilir. O, hidâyette olanı da çok iyi bilir.” en-Necm, 27-30 Âyet-i kerîmelerde ifade edildiği üzere, meleklerin mâhiyeti ve âhiret âlemi, vahiyden mahrum bir aklın en derin tefekkür ve mütâlaalarla bile herhangi bir bilgi elde edemeyeceği bir sahadır. Çünkü melekler ve âhiret, gayb âlemine âittirler. Akıl ise gayba âit meselelerde tam bir acziyete mahkûmdur ve vahye teslîm olmak mecburiyetindedir. Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân-ı Kerîm’de medhettiği akıl, dînî ve uhrevî akıldır. Yine âyet-i kerîmelerde buyrulur “...İnsanların çoğu bilmezler. Bildikleri, sadece dünya hayatının dış görünüşüdür; ama âhiretten habersiz, gâfildirler. Kendi kendilerine, Allâh’ın, gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları ancak hak olarak ve muayyen bir süre için yarattığını hiç düşünmediler mi? İnsanların birçoğu, Rabʼlerine kavuşmayı gerçekten inkâr etmektedirler.” er-Rûm, 6-8 Yani dünyadan birtakım zâhirî bilgilere sahip olan, fakat âhireti düşünmeyen, yaratılış gâyesini tefekkür etmeyen kişiler, Allah katında; aklı ermeyen, câhil, nâdan ve gâfil kimselerdir. Dînimizde temel seviyede bile olsa akıl sahibi olmak ve bülûğa ermek, mükellefiyetin iki zarûrî şartıdır. Çocuklar ve mecnunlar, şerîatin yani dînî sorumlulukların muhâtabı değildirler. İlâhî tâlimatlardaki hikmet ve illetlerin birçoğu, akıl tarafından idrâk edilebilir, yani “mâkul”dür. Meselâ alkolün niçin haram olduğunu selîm bir akıl, kolayca idrâk eder. Çünkü sarhoşluk, aklı devre dışı bırakarak insanın davranışları üzerindeki kontrolünü gidermekte ve ahlâksızlık, düşmanlık, kendine ve başkalarına zarar veren işler yapmasına sebebiyet vermektedir. Yine zinânın niçin haram olduğunu, selîm bir akıl idrâk eder. Zira zinâ; aileyi, nesli, nesebi, toplumu ve neticede insanlığı perişan eden çirkin bir yoldur. İslâmî hükümlerin mâkul oluşu, yani hedeflenen faydanın ve giderilmek istenen zararın anlaşılabilir oluşu, bir dereceye kadardır. Meselâ akıl, namazın insanın rûhâniyetini tazelemek noktasındaki faydasını idrâk edebilir. Fakat niçin 5 vakit olduğunu veya sabah namazının farzının niçin 2 rekât olduğunu, orucun niçin başka bir ayda değil de Ramazan’da farz olduğunu, sebep-netice irtibatı gibi bir bağ içinde idrâk edemez. Bu sebeple dînin hükümlerine -hikmetini idrâk edemese de- teslîm olur. İnanç esaslarına da selîm akıl zâviyesinden bakıldığında, hiçbir zaman akıl dışı olmadıkları görülür. Meselâ kâinatta “tek bir ilâh”ın var olması, aklın da mantıklı bulup tasdik edeceği bir neticedir. Zira birden fazla ilâhın varlığı; aralarında güç mücadelesine, bu da fesâda sebebiyet verirdi.[4] Hâlbuki kâinatta son derece hassas bir nizâmın âhenkli bir sûrette işleyişine şâhit olmaktayız. Faraza, birden fazla ilâhın aralarında anlaşması ihtimali ise, ulûhiyetin mâhiyetine uymayan tâvizler verdikleri mânâsına gelirdi ki, bu da mâkul değildir. Yine Yaratıcı’nın insanlara peygamberler göndermesi, kitaplar indirmesi de mâkuldür ve akıl dışı değildir. Âyet-i kerîmede buyrulur “İçlerinden bir adama; –İnsanları uyar ve îman edenlere Rabʼleri katında onlar için yüksek bir doğruluk makamı olduğunu müjdele!» diye vahyetmemiz, insanlar için şaşılacak bir şey mi oldu ki, o kâfirler –Bu elbette apaçık bir sihirbazdır!» dediler?” Yûnus, 2 Nitekim müşrikler, Mîrâc gibi akıl üstü bir hâdise gerçekleştiğinde, hemen Hazret-i Ebû Bekir Efendimiz’e koştular. Zira aklına, zekâsına, bilgi ve tecrübesine îtimâd ettikleri Ebû Bekir Efendimiz’i kendilerince bu “akıl dışı” hâdise sebebiyle îmandan döndürebileceklerini zannetmişlerdi. Bu gaflet şaşkınlığı içinde “−Sen hâlâ O’nu tasdîk ediyor, bir gecede Beytü’l-Makdis’e gidip geldiğine inanıyor musun?” dediler. Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ise “−Evet! Bunda şaşılacak ne var? Vallâhi O bana, gece veya gündüzün herhangi bir vaktinde kendisine Allah’tan haber geldiğini söylüyor da ben yine O’nu tasdîk ediyorum.” dedi. Daha sonra Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, o sırada Kâbe’de bulunan Peygamber Efendimiz’in yanına gitti. Olanları bizzat O’nun mübârek fem-i saâdetinden dinledi ve “–Sadakte doğru söyledin, yâ Rasûlâllah!..” dedi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, O’nun bu tasdîkinden gâyet memnun kalarak cihânı aydınlatan tebessümüyle Hazret-i Ebû Bekir’e “–Ebû Bekir! Sen Sıddîk»sın!..” buyurdu. İbn-i Hişâm, II, 5 Yine “âhiretin varlığı” da aslâ akla muhâlif değildir. Hattâ bu dünyada işlenen sâlih amellerin mükâfatının, günahların da cezâlarının verilmesi için bir âhiret hayatının varlığı, aklen de gereklidir. Basit ve cüz’î akıl, dünyevî tecrübeleri ışığında, ölülerin dirileceğini kabul etmez. Bunu imkânsız görür. Aslında bu, dünyada, insanların elinde ölüleri diriltme imkânının bulunmamasından kaynaklanmaktadır. Nitekim fânîliğe isyan hâlindeki insanoğlu “âb-ı hayat, ölümsüzlük iksiri” gibi şeylerin peşinden koşmuş, fakat hiçbir zaman dünyada fânîlik hükmünün dışına çıkamamıştır. Geniş bir zâviyeden bakılırsa, bir canlıyı ilk kez yaratıp ona can verenin, onu tekrar yaratıp yeniden can verebileceğini de kabul etmek gerekir. Yani “baʻsü baʻde’l-mevt / ölümden sonra diriliş” hakîkati de mâkuldür, akla aykırı değildir. Lâkin Cenâb-ı Hak bunu nasıl yapacaktır? İşte dünyevî intibâlarla düşünen bir akıl, bu noktayı kavrayamaz. Çünkü sonsuz ve sınırsız bir kudreti, mahdut ve noksan bir kudretin idrâk ve ihâta edebilmesi mümkün değildir. Mûcizelerin varlığı da böyledir. İnsan, sadece fizik kanunlarına uyan varlık ve hâdiselere şahitlik ettiği için, bu kanunların dışındaki bir oluşu, gayr-i aklî görür. Fakat her şey Allâh’ın kudreti dâhilindedir. Cenâb-ı Hak, peygamberlerini tasdik ve te’yid etmek için bu mûcizeleri yaratır ki, bu da mâkul bir esbâb-ı mûcibedir. Burada şu inceliğin de farkına varmak gerekir Mantık, aklı hatâya düşmekten korumak için geliştirilmiş bir ilimdir. Aklın doğru çalışma prensiplerini göstermeyi hedefler. İmâm Gazâlî’den itibâren kelâm âlimleri mantık ilmini tahsil etmiş ve İslâmî ilimlerde tatbik etmişlerdir. Mantık ilmine göre, “aklen muhâl”, yani “imkânsız” denilen bir hüküm vardır. Dinde ise “aklen muhâl” olan hiçbir şey yoktur. Cenâb-ı Hak için imkânsız diye bir şey olmadığı için, din de muhâli reddeder. Fakat din düşmanları kelime oyunları yaparak; “–Allâh’ın her şeye gücü yeter diyorsunuz. Allah kendisi gibi bir Allah daha yaratabilir mi?” derler.[5] Hâlbuki bu, aklen muhâldir. Kelâm ilminde bu husus, “Allah muhâlden râzı değildir.” diye formüle edilmiştir. Bir de “âdeten imkânsız” vardır. Yani bir şeyin olağan, tabiî ve normal olmamasıdır. Meselâ, bir insanın bir aylık mesafeyi, bir günde veya birkaç saatte katetmesi, âdeten imkânsız idi. Hazret-i Süleyman ise, kendisine lûtfedilen ilim ve mûcizelerle buna güç yetirebiliyordu. Günümüzde de bilim ve teknik; uçak, hızlı tren gibi vasıtaları îcat etmiştir. Eskiden bir ayda gidilen mesafeler, artık birkaç saatte gidilir hâle gelmiştir. Yani eskiden hârikulâde/olağanüstü görülen bir şey, günümüzde alelâde/olağan hâle gelmiştir. Dolayısıyla, yegâne hak dîn olan İslâm’ın muhtevâsında “akıl üstü” hakîkatler vardır, fakat “akıl dışı” hiçbir şey yoktur. Bu mânâda, bâtıl ve muharref dinlerde, akıl dışı hurâfeler, mantık kabul etmez uydurma mitolojiler, efsaneler vs. vardır. Meselâ muharref Tevrât’ta, Yâkub -aleyhisselâm-’ın, Tanrı Yahova ile olan mücâdelesine yer verilmektedir ki, bu da hayli câlib-i dikkat bir hâdisedir. Buna göre, âile efrâdıyla birlikte Hazret-i Yâkûb, dayısının yanından Kenan diyârına dönerken çölde bir adamla karşılaşır ve tan yeri ağarıncaya kadar onunla güreşir. Yâkub -aleyhisselâm- “–Bırak gideyim!” dediği hâlde, güreş tuttuğu kimse onu bırakmaz ve daha sonra o kişi Yâkub -aleyhisselâm-’a “–Artık sana Yâkub değil, İsrâîl yahûdîlere göre Tanrı ile güreşen denecek. Çünkü sen, Allah ile ve insanlarla uğraşıp yendin!” der. Tekvîn, 32/22-32 Tevrat’taki; “Tanrı, âdeta bir insan şeklinde tecessüm ederek Yâkub -aleyhisselâm- ile güreş yaptı.” ifadeleri, açıkça antropomorfik bir akîde sergiler. Bu ise, tevhidden bütünüyle uzak, kemâl sıfatlardan mahrum ve noksan sıfatlara sahip bir Allah inancının ifadesidir. Antropomorfizm, Tanrı’yı insan veya yaratılmış bazı varlıklara benzer şekillerde tarif eden bir inançtır. Tevhid dinlerinde ise “müteâl” yani bütün âlemlerden müstağnî, beşerî zaaflardan münezzeh ve idrâk ötesi mükemmelikte bir Allah inancı vardır. Bu inanç, insan zihnini maddeden uzaklaştırarak mücerred mânâlara yönlendirir, maddenin hudutlarını aşan, sınırsız ve sonsuz mânevî hakîkatleri kavratmaya çalışır. Fakat insan zihni bu mertebeye ulaşma yerine kolaya kaçarak evvelâ Allâh’ı kendi dünya boyutları ve intibâları içinde -hâşâ- cisimlendirme ve yaratılmış varlıklara benzetme hatâsına düşer. İnsanlığın putçuluğa sapmasının en mühim âmili de bu olmuştur. Buna benzer bir düşünce Hinduizm’de de vardır. Orada da Tanrı bir insan veya hayvan şekline bürünerek yeryüzüne inmiştir. Bu inanç, Hinduizm’de “Tanrı’nın Avatarası” olarak ifade edilmektedir. Yahudî din adamları, Eski Ahid’de yer alan bu tür kıssaları, farklı şekillerde yorumlamaya çalışmışlardır. Nitekim bu hâdise, Tevrat tefsirlerinde; “Yâkub’un güreştiği kişi Tanrı değil, Tanrı şeklinde gözüken bir melektir.” denilerek te’vil edilmiştir. Durum böyle olsa bile, bu sefer de yaratılmış bir varlığın Tanrı şekline girebileceği düşüncesi ortaya çıkar ki, bunun da mâkul bir te’vili mümkün değildir. Meselâ Hristiyanlık’ta da, Yaratıcı Tanrıʼnın aynı zamanda Îsâ ile bedenlendiği, sonra da onun insanlık için kendini kurban ettiği şeklinde akıl dışı bir inanış vardır. Matta ve Markos’a göre Hazret-i Îsâ çarmıha gerildiği sırada “–Allâh’ım, Allâh’ım! Niye beni terk ettin?”[6] demiştir ki, bu ifade, bir peygamberin söyleyebileceği bir söz olamaz. Çünkü bu bir nevi Allâh’a karşı bir isyan, îtiraz ve şikâyet ifadesidir. Üstelik bu durum, hristiyanların iddiâ ettiği gibi Hazret-i Îsâ’nın insanlığın günahlarına keffâret olmak üzere kendini kurbân ettiği düşüncesiyle de çelişmektedir. Ayrıca Hazret-i Îsâ’ya hem ilâhlık izâfe edip hem de ondan böyle bir acziyet ifadesinin sâdır olabileceğini kabul etmek de akıl ve mantık dışı bir durumdur. Hâlbuki Îsâ -aleyhisselâm-, bir beşerdir ve bir peygamberdir. Meselenin bu gerçek şekli akla da uygundur. Fakat beşer müdâhalesiyle tahrif edilmiş Hristiyanlık’taki Hazret-i Îsâ telâkkîsi, akla da mantığa da terstir. Zira Allâh’ın hem kendi Zâtʼında hem de bir başka canlıda ayrı ayrı Zât tecellîsinin olması akla aykırıdır. Fakat sıfat tecellîsi mâkuldür. Bir peygamberin sözlerinde ve fiillerinde, Allâh’ın “Hâdî” isminin yoğun tecellîleri vardır. Fakat bu, hulûl yani “enkarnasyon / rûhun bedenlenmesi” demek değildir. İslâm’da haram olan ve insanı sarhoş edip aklı devre dışı bıraktığı için pek çok günah ve kötülüklerin anası sayılan şarap içmek, bugünkü Hristiyanlık’ta bir tür ibadet hâline getirilmiştir. Hristiyanlar, Îsâ -aleyhisselâm-’ın son gece yediği yemeği sembolize etmek üzere, ekmeği ufalayıp üstüne şarap dökerek yerler. “İşâ-i Rabbânî” dedikleri bu âdetlerine göre güyâ ekmek, Hazret-i Îsâ’nın etini; şarap da kanını temsil etmektedir. Bunları yiyerek Hazret-i Îsâ ile bütünleştiklerine inanmaktadırlar. Evharistiya olarak da bilinen bu âyin, vaftizden sonra gelen en önemli ibadetleridir. Önceleri senede bir defa yapılırken, sonradan her hafta yapılmaya başlanmış ve Hristiyanlığın bir akîdesi hâline gelmiştir. Yine ilk asırlarda Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-’ın insan mı, tanrı mı olduğu hususu konsillerde tartışılmış ve kendi akıllarınca hükme bağlanmıştır. Yani bu mantık dışı hususları akîde hâline getirenler, yine insanlardır. Günümüzde birçok papaz, bu aklî çelişkileri cevaplamakla karşı karşıya kalınca; “–Biz sorgulamadan inanıyoruz!” diyerek, aklı kullanmaktan kaçınırlar. Dînî sahada, bu gibi beşerî müdâhalelerden doğan hurâfeleri teslîmiyetle kabullenmek, elbette doğru olmaz. Bu sebeple İslâm’daki teslîmiyet, Kur’ân ve sahih Sünnet çerçevesindedir. Âlimlerin, müçtehidlerin kendi görüşleri, sorgusuz suâlsiz kabul edilmez. Onlar yine şer’î usul çerçevesinde, tenkide tâbî tutulabilir. Ancak onların görüşleri, şer’î naslara istinâd ediyorsa, bu istidlâlleri de doğru ve sâbit ise, o görüşlere ancak daha güçlü bir şer’î görüş varsa îtiraz edilebilir. Dipnotlar [1] Kadir Mısıroğlu, İslâm Dünya Görüşü, sf. 268, dipnot 303. [2] Bkz. K. Mısıroğlu, İslâm Dünya Görüşü, sf. 267-268; N. F. Kısakürek, Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu, sf. 22-23. [3] Bu hususlarda daha tafsîlatlı mâlumat için Aklın Cinneti Deizm adlı kitabımıza bakılabilir. [4] Bkz. el-Enbiyâ, 22. [5] Cenâb-ı Hakk’ın zâtî sıfatlarından biri de “muhâlefetün li’l-havâdis” yani yarattıklarına benzememektir. Dolayısıyla Cenâb-ı Hakk’ın kendisi gibi bir ilâh yaratması, O’nun bu zâtî sıfatıyla tezat teşkil eder. Ayrıca âyet-i kerîmede buyrulduğu üzere “Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu…” el-Enbiyâ, 22 Zira Allah Teâlâ, “Kibriyâ” sıfatına sahiptir. -Hâşâ- birden fazla ilâh olsaydı, aralarında nizâ/anlaşmazlık zuhur eder ve kâinâtın düzeni yok olurdu. Dolayısıyla Allâh’ın kendisi gibi bir başka ilâh yaratıp yaratamayacağı suâli, aklen muhâldir. [6] Matta, 27/46; Markos, 15/34. Kaynak Osman Nuri Topbaş, İslam Tefekkür Ufku, Erkam Yayınları, İslam ve İhsan
İnsanoğlunun içinde bulunduğu vakıa, idealiyle örtüşmediğinde, kendisi için problemli bir alanın vücudiyeti kaçınılmaz olmaktadır. Yaratılışı gereği, bir şekilde, yaşadığı problemi çözmek mecburiyetine mahkum bırakılan insanoğlu, böyle bir problemi çözmede iki temel tutum içerisinde bulunmaktadır İçinde bulunduğu vakıaya teslim olmak ya da vakıanın ideale uygun bir duruma dönüştürülmesini gerçekleştirmek. Son birkaç yüzyıldır vakıası ciddi anlamda kabusa dönüşmüş bulunan İslam dünyası, bu kabustan kurtulmanın yol ve yöntemini aramış; XIX. yüzyılda Afganî ile başlatılabilecek uyanış ve diriliş çizgisinde yeniden izzeti yakalamanın imkanlarını tesbit etmeye çalışmıştır. Bu çerçevede öze, yani Kur'an'a dönüş çağrısı merkezî bir yer tutarken süreç içerisinde Kur'an'a dönüşün yöntemi konusu da gündeme gelmiş ve önemli bir problem olarak kendisini hissettirmiştir. Bu kaçınılmazdır da. Çünkü Kur'an'a dönüş çabalarıyla arzulanan ideale ulaşmak, evrensel bir ıslahın gerçekleştirilmesini temin etmek; bir yandan geleneğin içerisinde yüzyıllardır egemenliğini sürdüren ve İslam dünyasının içinde bulunduğu zillet durumunu oluşturmada belli payı bulunan "usûl"le, diğer taraftan modern seküler paradigmanın olmazsa olmaz gördüğü "metodolojiler"le hesaplaşmayı zorunlu kılmaktadır. Müslüman için tüm problemlerin çözümünde olduğu gibi, yöntem konusunda da vahyin ve vahye tâbi fıtrî aklın belirleyiciliği esas olmak durumundadır. Ne var ki aklını, geleneğin ve modernitenin ön yargılarından yeterince arındıramamış bir kısım zümreler ya da şahıslar, Kur'an'ın mâhiyeti ve Kur'an'a yaklaşımın yöntemi konusunda belirli açmazlara sürüklenmekte; vakıayı dönüştürme adına bir tür vakıaya teslim olma çaresizliğini ve zafiyetini göstermektedirler. I İslâmî Araştırmalar dergisinin son cildinde c. ıx, sy. 1-4,1996, "yöntem" konusunun gündeme getirilip işlenmesi amaçlanmış; "Kur'an'ın Anlaşılmasında Yöntem Sorunu" kapak başlığı ile de dergi, okurlara sunulmuştur. Yerli ve yabancı pek çok müellif ve akademisyenin çalışmalarının yer aldığı dergide Ömer Özsoy'un sunuş yazısındaki ifadelerinden de anlaşılabileceği gibi, Kur'an ve tarih ilişkisinin ön plana çıktığı görülmekte, özellikle "tarihsellik" vurgusunun merkeze alındığı anlaşılmaktadır. İşte burada dergideki makalelerin değerlendirilmesi yapılırken böyle bir vurgu esas alınacak ve bu çerçevede bu yazının sınırları nedeniyle sadece bazı makalelerin tanıtımı yapılıp çeşitli eleştirel değinilerde bulunulacaktır. II Mısır'da hakkında büyük gürültülerin koptuğu ve Ezher Uleması'nca mürted ilan edilerek İsti'naf mahkemesi tarafından eşinden ayrılmasına karar verilen ve ülkesini terk ederek şu anda Leiden Üniversitesi'nde görev yapan Dr. Nasr Hâmid Ebû Zeyd'in derginin ilk yazısını oluşturan "Tarihte ve Günümüzde Kur'an Te'vili Sorunsalı" başlıklı makalesi, klasik ve çağdaş İslam düşüncesinde te'vil sorunu ile ilgili tartışmaları belli bir kronolojiyi de gözeterek ele almakta ve örnekler ışığında konuyu sunmaya çalışmaktadır. Tarihî süreç içerisinde "İslamî akım" dinamizmini yitirdiğini; içtihad kapısının kapanır hale geldiğini; durgunluk, taklit ve şerh ve haşiyeciliğin İslam toplumunda egemen olmaya başladığım belirten Ebû Zeyd, Çağdaş dönemde İslamî aklın yavaş yavaş kendisine geldiğini kaydederek Muhammed Abduh'un bu dönüşümü sağlamadaki rolü üzerinde durur. Daha sonra Abduh'un te'vil ve Kur'an'ın anlaşılmasındaki yöntem ile ilgili görüşlerine geçen Ebû Zeyd, Abduh'un etkilediği ve ondan sonra gelişen te'vil ve yöntem konularında Reşid Rıza, Taha Hüseyin, Ali Abdurrazık, Halefullah ve Emin el-Hûlî gibi Abduh'un sağında ve solunda yer alan düşünürlerin görüşlerine yer verir ve onlara atıflarda bulunur. Burada dikkati çeken nokta, düşünürlerin görüşlerine yer verilirken özellikle Kur'an kıssalarının vâkıi olmayıp tarihsel olduğu yolundaki görüşlerin ön plana çıkartılması olayıdır. Taha Hüseyin'in, el-Hulî'nin ve Halefullah'ın Kur'an'daki kıssaları vâkıî görmediklerini ve Kur'an'ın belli bir amaca yönelik olarak mevcut toplumun "mit"lerini alıp kullandığını söylediklerini açıkça ortaya koyan ve delillendiren Ebû Zeyd, aynı şeyi Abduh için de yapmaya çalışmakta ve fakat başarılı görünmemektedir. Aslında Abduh'tan konuyla ilgili yaptığı iktibaslardan dahi böyle bir kanaat hasıl olmamaktadır. Anlaşılan o ki Abduh, Kur'an'ın kullandığı bazı tabirlerin ve ifadelerin o günün toplumundan alındığını söylemekte ve Kur'an'ın vakıî olmayan "meseller" kıssalar değil kullandığını belirtmektedir. Yoksa o genel bir bakış olarak kıssaların vakıî olmadığını iddia etmemektedir. Yine Abduh'un, Kur'an'ın "tarih" öğretmek gibi bir amacının olmadığını söylemesi amacın ibret vermek olduğunu belirtmesi onun kıssaların tarihî olarak doğru olduğunu reddetmesi anlamına getirilmeye çalışılmaktadır ki bu uygun bir yaklaşım değildir. Ebû Zeyd'in Kur'an'ı tarihsel gördüğü ya da ona tarihselci yaklaştığı ve hatta Kur'an'ın tarihsel oluşunu Marksist bir temelde ele aldığı bilinmektedir Onun bu yaklaşımı ve eleştirisi için bkz. Muhammed Ammara, ile Hak söz'ün bu sayısındaki röportaj ve Ammara'nın Ekin Yayınları arasından çıkacak olan "Aydınlanma ve Saptırmalar Arasında İslam" kitabı Bu nedenle ıslahatçı çizginin en önemli ve etkin şahsiyetlerinden birini "tarihselci" göstermeye çalışmak Ebû Zeyd açısından anlamlıdır. Makalesinde Taha Hüseyin, Ali Abdurrazık ve Ahmed Halefullah gibi modernist ve seküler eğilimli şahsiyetlerin savunusunu yapmak mâhiyetinde atıflarda bulunan Ebû Zeyd; yazısının sonuç kısmında, Kur'an'a tarihselci yaklaşan Hûlî'nin yönteminin beşerî bilimler alanındaki, özellikle Dilbilim ve Hermenötik'te kaydedilen bilgi birikimine uygun olarak geliştirilmesiyle, Kur'an çalışmaları alanındaki durgunluğun aşılabileceğini kaydetmektedir. Burada Hikmet Zeyveli'nin "Kur'an Kıssaları" adlı makalesine de değinmek gerekir. O bu makalesinde Kur'an'daki kıssaların mâhiyeti üzerinde durarak, Ahmed Halefuflah'ın el-Fennu'l-Kasasî fî'l-Kur'an'il-Kerîm Kur'an'da Kıssa Anlatım Sanatı adlı eserini tanıtmaya çalışır. Hatırlanacağı gibi Halefullah, bu eserinde özetle Kur'an'daki kıssaların bir hakikate dayanmadığını, bunların o gününün câhili ortamından -hurafe dahi olsalar- alınarak mesaj vermede kullanıldığını, kıssalardan amacın ibret vermek olup tarihî bilgi vermek olmadığı ve bu kıssa yöntemi edebî bir sanat olarak kullanıldığından bunlarda tarihî gerçeklerle uyum aranmaması gerektiği gibi bir takım fikirleri savunmaktadır. Bu görüşlerin eleştirisi ve Kur'an kıssalarının hakikatliği konusunda bkz. Ömer Mahir Alper, Kur'an-ı Kerim ve Kıssalar, Hak söz, sayı, 50; M. Sait Şimşek, Kur'an Kıssalarına Giriş, Yöneliş Yayınları-1993 Yukarıdaki görüşleri tamamıyla paylaşan Hikmet Zeyveli, Kur'an'daki kıssaların vakıî olduğunu kabul etmediği gibi, aynı şekilde bu kıssalarda geçen "mu'cize" olaylarını da gerçekten olmuş ve yaşanmış olaylar olarak görmemektedir. Mu'cizelerin gerçek olarak vuku bulduğuna olan inanışın kıssaları doğru olarak, yani tarihsel olarak değerlendirilememesine bağlayan Zeyveli şöyle demektedir "Geçmiş toplumların veya peygamberlerin yaşantılarında "mu'cize" diye nitelenen "harikulade" olayların vuku bulduğu inancı da, bize göre, büyük ölçüde, Kur'an kıssalarının yukarıda vermeye çalıştığımız özelliklerinin göz ardı edilmesinden kaynaklanmaktadır." s. 182. Mu'cize olayının gerçekliği konusunda şüphe içinde olmak ve -belki de mu'cizelerin anlatıldığı olayların kıssalar içerisinde bulunuşu sebebiyle- Kur'an'daki kıssaların gerçek ya da vakıî olmadığına ilişkin teoriler üretmeye çalışmak, tipik bir "geçmiş yüzyıl hastalığı" olarak değerlendirilebilir ve bundan kurtulmak gerekmektedir. Bugün, ne batılı bilimsellik teori ve kalıpları ne de deterministik yaklaşımlar bizim üzerimizde bir egemenlik kurabilir. Çünkü bir yanda Batı'daki bu anlayış ve yaklaşımlar sorgulanırken -ki işin tabiatında bu vardır- diğer tarafta vahiyle aramızdaki mesafe kısalmaktadır. Vahye teslim olmak demek Allah'ın egemenliğini her alanda kabul etmek demektir. Dolayısıyla Allah tabiat üzerinde de egemendir ve her an tabiata müdahale edebilir. Peygamberlerle ilgili olarak gerçekleşebileceğini Kur'an'dan öğrendiğimiz mu'cizeler, toplumsal olaylarla ilgili olarak gerçekleşen ve değişmez yasaları bulunan "sünnetullah" gerçeği ile karıştırılmamalıdır. Kur'an "Allah'ın izniyle" yeni bir "emr" gönderilerek tabiattaki sürekliliği olan bazı olayların değişebileceğini ortaya koymaktadır. Kur'an'daki mu'cizelerin herhangi bir farklı manaya yorumlanmasının imkanı yoktur ve konuyla ilgili âyetler çok açık muhkem ayetlerdir. Bunlar en az ahkamla ilgili ayetler kadar muhkemdirler. Ayetleri zorlamak ve çeşitli saiklerle üretilen teorilere uyarlamaya çalışmak yerine bu teorileri Kur'an'a uydurmak daha sağlıklı ve tutarlı yol olsa gerektir. III Mehmet Paçacı'nın "Kur'an ve Ben Ne Kadar Tarihseliz?" adlı makalesi, tarihsellik problemini -çok detaylı olmasa da- bir bütün olarak Kur'an, anlayan özne ve bu ikisi arasındaki ilişki düzleminde ele almakta ve gerek Kur'an'ın gerekse anlayan öznenin tarihsel olduğu tezini ortaya koymaya çalışmaktadır. Makalesinin girişinde tarihselci yaklaşımın kısa bir tarihini veren Paçacı, Kur'an'a yönelik olarak ortaya çıkan tarihselci ve evrenselci yaklaşımın iddialarını özetleyerek tarihselciliğin İslam'ın yeniden hayata müdahalesinin gerçekleşebilmesi için zorunlu olduğunu söylemektedir. Paçacı'ya göre Fazlurrahman'ın da belirttiği gibi Kur'an, yeryüzünde ahlakî temellere dayalı bir toplum oluşturmayı hedeflemektedir. Kur'an bu bağlamda ahlaki-dinî bir vahiydir. Diğer konuları ve alanları bu asıl konuya destek verdiği ölçüde söz konusu etmektedir. Ona göre Kur'an bir ahlaki hükümler bütünüdür. Paçacı, Kur'an hükümlerini küllî ve cüz'î hükümler olmak üzere ikiye ayırmakta ve sadece küllî hükümlerin evrensel olabileceğini söyleyerek cüz'î hükümlerin -tarihî şartlarla kayıtlı olduklarından- yeniden belirlenmesi gerektiğini belirtmektedir. Kur'an'daki ahlaki tümel ilkelerin -ki zaten dinin aslını bunlar oluşturmaktadır- belli bir zaman ve mekan içerisinde tikel durumlara uygulandığını ifade eden Paçacı, konuyu şöyle açıklamaktadır "Bir anlamda, tarihsel durumlara uygulanan hükümler, Kur'an'da kabul edilen evrensel, tümel ahlakî ilkelerin tikel tarihsel durumlar zemininde tezahürüdür. Bu çerçevede Kur'an'da bulduğumuz hükümler tarihsel hükümlerdir. Bu anlamda Kur'an tarihseldir."s. 125.. Bu tikel-tarihsel hükümlerin arkasında evrensel ilkeler var olduğundan Kur'an'ın bu yönüyle evrensel olduğunu belirten Paçacı, tarihsel hükümlerin evrensel hükümlerin tesbiti için gerekli olduğunu da sözlerine eklemektedir. Bu çerçevedeki tarihselcilik anlayışı, Kur'an'ın aile, miras, ekonomi, ceza vb. ile ilgili hükümlerini tikel-tarihsel hükümler olarak kabul etmekte; bunların arkasındaki evrensel ilkelere ulaşarak o evrensel ilkelerin yeniden günümüzün tarihsel koşullarına uygulanmasını savunmaktadır. Bunun yapılabilmesi için Kur'an'ın indiği tarihsel şartların çok iyi bilinmesi gerekir. Bu durumda sebeb-i nüzulü bilmek temel bir görev olmaktadır. Tarihselciliğin önde gelen ismi Fazlur-rahman'ın aksine Paçacı, Kur'an'ın tarihsel olduğunu savunduğu gibi, tikel hükümlerden tümel hükümleri elde etmenin ve bu tümel hükümleri tekrar içinde bulunulan tikel duruma uygulamanın da tarihsel, dolayısıyla genel geçer olmayan, sübjektif ve izafi olduğunu düşünmektedir. Bu noktada Gadamer'e katılan Paçacı şöyle söylemektedir "Kur'an'ın anlaşılması ve uygulanması onun tarihsel hükümlerinin arkasındaki evrensel öze ulaşmakla mümkün olabilmektedir. Ancak bu süreçte anlayan kişinin tarihselliği anlamda tabiî ki etkin olmaktadır. Onun içinde bulunduğu şartlar, o zamanki anlayışlar vb. öznenin anlayışına tesir eden faktörlerdir. Anlamanın kendisi de tarihsel bir ortamda gerçekleşmektedir. Hükümlerin ya da tarihsel olayların anlamı, tarihsel perspektifin değişmesiyle değişecektir... Nesnel bir anlamaya ulaşmak mümkün değildir. Bu bakımdan tarihsel anlama her zaman tarihsel bir ufkun ifadesi olacak, tarihsel şartlardan bağımsız olamayacak ve bu yüzden de nesne! olamayacaktır." s. 130.. Makalesinde görüşlerini temellendirmede içtihad, istihsan, maslahat, sebeb-i nüzul ve nasih-mensuh gibi geleneksel kavramlara da atıfta bulunan Paçacı, amacının İslam'ın bazı unsurlarını dışarıda bırakmak olmadığını söyleyerek Kur'an ve Hadis nassının İslam'ın temel kaynakları olduğunu da ifade etmektedir. Hemen belirtmek gerekir ki böyle bir anlayışın tartışılabilecek pek çok yönü bulunmaktadır. Fakat bunları burada tek tek ele almak bu yazının sınırlarını aşar. Biz burada mezkur iddialarla ilgili sadece bazı değinilerde bulunmakla yetinmek istiyoruz. Aslında tam anlamıyla "tarihsellik", modern seküler paradigmanın oluşturduğu bir kavramdır ve onda vahye, ilahi olana yer yoktur. Bu nedenle, tarihselci yaklaşım açısından, ortaya konulan her hüküm, hakikat iddiası taşıyan görüş ve düşünceler onların ortaya çıktığı tarihsel, sosyal, ekonomik, siyasal vb. şartlarla belirlenmiştir. İşte bu nedenle de mutlak doğru ve hakikat olma gibi vasıflar onlar için aranmaz. Kuşkusuz Paçacı ve tarihselci yaklaşıma sahip diğerleri Kur'an'ın bütünüyle tarihsel olduğunu savunmamaktadırlar. Onlar evrensel hükümlerin de varlığını kabul etmektedirler. Bununla birlikte Kur'an'da tikel tarihsel hükümlerin var olduğu şeklinde "genel kapsamlı" bir iddia da burada önemli bir yer işgal etmektedir. Bir kere böyle bir ayırımı yapmanın oldukça geçerli dayanakları ve nedenleri olmalıdır. Ama görünen o ki her tür rasyonelleştirme çabasına rağmen asıl saik, mevcut egemen yapıyı dönüştürme karşısındaki umutsuzluk ve bunun ardından gelen uzlaşmacı ve teslimiyetçi temayüllerdir. Çünkü ortaya atılan bu tezin dayandığı temel, sebeb-i nüzul, nesh vb. gibi gelenekten devşirilen ve aslında Kur'an'ı zannîliğe oturtan teorilerle modernitenin ürettiği vahye yabancı kavram ve anlayışlardır. Oysa beklenen, böyle iddialı bir görüşün vahyin bizzat kendisi ve salim akıl üzerine bina edilmiş olmasıydı. Mesela tarihsel kabul edilen hükümlerin böyle kabul edilmedikleri takdirde Kur'an ve vakıa açısından ortaya çıkabilecek çelişkileri sergilenmeliydi. Başka bir ifade ile toptancı bir tarihsellik anlayışının akli ve vahyi illetleri ortaya konulmalıydı. Ayrıca vahyin bütününü ahlaka indirgemek ve diğer tüm hükümlerin geçerliliğini ahlak temelinde düşünmek oldukça indî ve genellemeci bir yaklaşım olarak görünmektedir. Bunun da sistematik bir temele oturtulması kaçınılmazdır. Ahlakın mâhiyeti; neleri kapsayıp neleri dışarıda bıraktığı; hukuk, iktisat ve siyasetle olan ilişkisi ve metafizik temelleri tesbit edilmeksizin "Kur'an ahlakî hükümler bütünüdür" gibi bir yargıda bulunmak havada kalmaya mahkum olmaktadır. Bu bağlamda söylenebilecekler arasında önemli gördüğümüz bir başka husus, Kur'an'daki hükümlerin, küllî olanlar ve tikel olanlar şeklinde -savunanlarının dahi tam olarak tesbit edemediği- muğlak kategorilere indirgenmesi olayıdır. Nedir bu küllî ve cüz'î hükümler? Bunları kim, hangi sağlam kriterlere tâbi olarak yapacaktır? Ondan da öte, böyle bir kriter üzerinde teorik olarak dahi uzlaşmak mümkün müdür? Sadece bir örnek olarak namazın veya orucun tarihsel-tikel hüküm kabul edilip -mezkur iddia çerçevesinde tarihsel olmadığı tutarlı kalınarak iddia olunabilir mi?- yapılagelenden bambaşka, tamamen "bugünkü tarihsel şartlara özgü" bir formda icra edilmesine ne engel olabilecektir? Burada Baki Adam'ın "Kur'an'ın Anlaşılmasında Tevrat'ın Rolü" başlıklı makalesine de Kur'an'ın tarihsel olduğu ve "tarihsel tikel hükümlerin" yeniden üretilebilirliği iddiası çerçevesinde değinmek gerekmektedir. Makalesine "Kur'an'ın anlaşılmasının yollarından biri de Kur'an öncesi vahiy metinlerinin tahlil edilmesidir" s. 167 diyerek başlayan Adam, "Kur'an'ın tarihselliği ile ilgili tartışmalara, Kur'an öncesi vahiy metinlerinin kısmen ışık tutacağı" s. 167 kanaatindedir. Tevrat'ın tahrif edilip edilmediği konusundaki iddiaları bir yana bizim asıl olarak burada değinmek istediğimiz nokta onun Kitab-ı Mukaddesteki bir takım hükümlerle Kur'an'ın hükümlerini karşılaştırması ve hırsıza, zina edene vb. verilen cezalardaki değişimden hareketle bu konulardaki hükmün şartlara göre değişebilirliğini ve yeniden düzenlenebilirini savunmasıdır. Nitekim hırsızın hükmünün değişebilirliği ile ilgili şöyle söylemektedir "Görüldüğü gibi, hırsızlığın cezalandırılmasının hükmü konusunda Tevrat ile Kur'an arasında çok büyük bir fark vardır. Kur'an'da getirilen ceza, Tevrat'ta belirtilen cezadan çok daha şiddetli ve caydırıcılığı da o oranda güçlüdür. Toplum düzeniyle ilgili bir suç olan hırsızlığın cezasının sertleşmesi, bu alandaki suçların cezalarının hükümlerinin şartlara göre değişebileceğini göstermektedir." s. 176. Kur'an önceki şeriatlarda verilmiş bazı hükümlerin değiştirildiğini nesh edildiğini zaten kendisine muhatap olanlara söylemekte ve biz değişen bu hükümlerin bazılarını yine Kur'an'dan öğrenebilmekteyiz. Esas olan nokta bu değişimin ya da neshin kim tarafından gerçekleştirildiğidir. Kur'an nesh, teşri' ve hüküm koyma yetkisini yalnız Allah'a has kılmaktadır. Ve hükümlerdeki değişim ancak vahiyle gerçekleşmektedir. Yeni bir şeriat gelmeyeceğine göre Adam'ın öngördüğü "değişim" nasıl gerçekleşecektir? Ona göre -düşüncesinin tabii bir sonucu olarak- burada içtihaddan başka seçenek kalmamaktadır. Oysa açık bir hüküm karşısında içtihadda bulunmaya çalışmak aslında Allah'ın hükmünü iptal etme teşebbüsüne kalkmak demektir ki bunun bir mü'min açısından anlaşılması mümkün görülmemektedir. Şimdi anlamın tarihsel oluşu konusuna geçilebilir. Kur'an, hakla batılı ayırdedici olma furkan vasfına sahip, insanlar arasında hüküm konusunda ölçü olan ve insanları hidayete erdirmek için gelmiş bir kitaptır. Kur'an'ı anlamanın izafi olduğunu savunmak yukarıdaki vasıflarla olduğu gibi kendisini apaçık mübin ilan etmiş ve etraflıca ayetlerinin açıklanmış olduğunu belirtmiş Kitabla çelişki içerisine düşmek demektir. Aslında Kur'an'ın çok biçimli anlaşılırlığını savunmak ve farklı anlamlara gelebileceğini iddia etmek onun hiçbir anlama gelmediğini savunmak demektir ki bu tamamen vahyin amacına ters bir durum arzetmektedir ve böyle bir amacı ortadan kaldırmaktadır. Böyle bir yaklaşımı ön görmek bırakın vakıayı dönüştürmeyi, her hangi bir iddia uğruna ciddi mücadele vermeyi dahi engelleyicidir. Çünkü uğruna ölümlerin göze alınmadığı inanç ve iddiaların yaşama egemen olma şansı da yoktur. Öznellik ise, tarihe müdahale etmeyi amaçlayan bir hareketin azığı olamaz. Bundan da öte, böyle bir anlayış kendini sokarak öldüren akrep gibi daha yolun başında savunusunu yapanı öldürür. Çünkü "anlamın tarihselliği" iddiası daha baştan kendisinin tarihsel olmasını gerektirir. Bu çerçevede Sadık Kılıç'ın "Nesnellikle Öznellik Arasında Yorum" başlıklı makalesinde sonuç olarak ortaya koyduğu "yorumda görelilik, bir hakikatin tesbiti olup bir yasak ağaç değildir"s. 112. şeklindeki yargısı ve "anlama ilişkisinin göreliliği serin kanlı bir itirafı gerekli kılmaktadır, bir tehevvür ve hiddeti değil. Çünkü "hep bir geleneğe bağlıyızdır ve bu gelenekten herhangi bir şekilde kaçıp kurtulma şansımız da yoktur. Üstelik ne yaparsak yapalım tarihsel varlıklar olarak o geçmişe katkı yapar dururuz." s. 112. biçimindeki hükmü aynı eleştiriye muhatap olmak durumundadır. Zira vahye iman etmiş bir insan, vahyin, gelenek zincirini kırmak için indirildiğine de iman eden insan demektir. Vahye inanmayan ve bu nedenle geleneğin köleleştirici bağlarıyla bağlanmış olmanın çaresizliğinde ortaya konmuş bu anlayışları, vahye muhatap olan bir zihne uyarlamak yapay bir sorunla cebelleşmek demektir.
Teslimiyet Yüce Allah'ın takdirine boyun eğmek, itirazsız kabul etmek ve teslim Allah’ın dinine teslim olan kişi kimdir?2 Allah’ın emirlerine teslim olmak ne demek?3 Islamda teslimiyet kaç şekilde olur?4 Hz Peygambere teslimiyet nedir?5 Allaha nasıl tam teslimiyet?6 Islam dini hangi coğrafyalara yayılmıştır?7 Kendini Allah’a veren kişiye ne denir?8 Islam’da teslimiyet nedir?Allah’ın dinine teslim olan kişi kimdir?Takipçilerine, "iman etmiş" veya "inanan" anlamlarına gelen mümin veya "Allah'a teslimiyet gösteren" anlamına gelen Müslüman emirlerine teslim olmak ne demek?İslâm Teslim olmak, Allah'a sığınıp korunmaktır. Kurtuluşa ermek, nizama uyup cezadan ve sıkıntıdan kurtulmaktır. Nizamın kurallarını uygulayarak, mükâfatını kazanmaktır.»Islamda teslimiyet kaç şekilde olur?Teslimiyet ise üç türlü olur. Ya kalben olur ki, bu kesin inanç demektir. Ya dille olur ki, bu da ikrardır. Ya da organlarla olur ki, bunlar da Peygambere teslimiyet nedir?Terim olarak, yüce Allah'a itaat etmek, Hz. Peygamberin din adına bildirdiği şeylerin hepsine inanmak nasıl tam teslimiyet?Teslimiyet, benliği aradan çekip çıkarmak ve Allah'a ram olmaktır. Tam bir itaatle O'na itaat etmektir. Her hâlini O'na arz etmek, O'nun yardım ve inayetini istemektir. Her şeyden müstağni olarak yalnız O'na yönelmek ve yalnız O'ndan dini hangi coğrafyalara yayılmıştır?İslam dini, Ortadoğu, Asya, Afrika, Avrupa ve Amerika coğrafyalarına yayılmıştır. İslam, doğduğu coğrafyadan dünyanın farklı yerlerine ulaşmış ve oralarda yaşayan insanlar İslam'ın inanç ve ahlak ilkelerini benimseyerek Müslüman Allah’a veren kişiye ne denir?Tevekkül dinî ve tasavvufî bir terim olarak "bir kimsenin kendini Allah'a teslim etmesi, rızkında ve işlerinde Allah'ı kefil bilip sadece O'na güvenmesi" şeklinde tanımlanır. Tevekkül kalbin tam olarak vekile itimat etmesidir…Islam’da teslimiyet nedir?Teslimiyet Yüce Allah'ın takdirine boyun eğmek, itirazsız kabul etmek ve teslim olmaktır.
Kur’an’ın belirlediği mü’min ve müslimliğin en temel şartı; hayatın bütün alanlarında hükmüne tabi olunması, kendisine itaat ve ibadet edilmesi gereken tek İlah ve Rab olarak Allah’ı kabul etmek, Allah’tan başka ilahlık ve Rablik taslayan şeytan, heva ya da tağutların arzularına ve hükümlerine itaat etmeyi reddetmektir. Enbiya, 21/25, Yasin, 36/60, Casiye, 45/18, Nahl, 16/36. Bu imanın ve teslimiyetin gereği olarak, hayatın kamusal-özel, bireysel-toplumsal hiçbir alanında Allah unutulmayacak ve Allah yokmuş gibi davranılmayacaktır. Ahiret ve hesap bilincinin yönlendiriciliği ile tüm hayat alanlarında sadece Allah’ın hükümlerine uyularak hayatı ibadet kılmak hedeflenecektir. Hiçbir hayat alanında Allah’ın zikrinden yüz çevrilmeyecek Enbiya, 21/42, Kur’an devre dışı bırakılmayacaktır. İster hayatın bütününde, isterse bir parçasında, kamu alanında, devlet yönetiminde, ekonomide, siyasette, aile hayatında, Allah’ı unutana Allah da bizzat kendilerini unutturur ve bu kimselerin yoldan sapmaları kaçınılmaz olur. Haşir, 59/19 Böylece fıtratla vahyin arası kesildiği, Allah’tan gelen bu iki şeyin dünyada buluşup bütünleşmesi engellendiğinde, yani insan Allah’ı unuttuğunda ve vahiyden yüz çevirdiğinde Allah da bu kişilere kendisini unutturunca, insanın fıtratına ve Rabbine yabancılaşması başlar. Bu yabancılaşma süreci sonunda, insandışılaşıp arzda fesad çıkaracak, kendine ve Rabbine yabancılaşmış azgın beşer türü ortaya çıkacaktır. Bakara, 2/27. Bilinmelidir ki, Allah’tan ve Kur’an’dan soyutlanan her hayat alanında mutlaka başka bir ilah taslağı ortaya çıkacak ve o boşluğu dolduracaktır. Çünkü hayatın bütün alanları, bir takım değer, ölçü ve kurallara göre düzenlenmek zorundadır. Bu hayat alanlarında kimin kuralları, ölçüleri, değerleri belirleyici kılınıyorsa o ilah edinilmiş ve ona kulluk/itaat edilmiş olur. Hayatın bazı alanlarında Allah’ı unutarak, bu alanları Allah’ın hükümlerinden soyutlayanlara, Allah’ın zikrinden, Kur’an’ından yüz çevirenlere, hevalarını, arzularını belirleyici kılanlara, bir şeytan musallat edilecek ve bu şeytanlar onları yoldan çıkardıkları halde, onlar kendilerinin doğru yolda olduklarını zannedeceklerdir. Zuhruf, 43/36-37. Ve bu sebeple de, Kur’an’da bunlara “arzda fesad çıkarmayın” dendiğinde, onların kendilerinin “ıslah ediciler olduklarını” iddia edecekleri, ancak “asıl fesatçıların bunlar oluğu, ancak bunun şuurunda olmadıkları” bildirilmektedir. Bakara, 2/11-12. İşte ülkemize, bölgemize ve tüm dünyaya egemen hale gelen, küreselleşen fesad, sömürü ve zulüm; bu tür Rabbini unuttuğu ve O’nun zikrinden yüz çevirdiği için kendine ve Rabbine yabancılaşarak şeytanı dost edinmiş, şeytana ibadet eden azgın müfsid insanların ve onların heva ürünü ideoloji ve seküler modellerinin ortaya çıkardığı sonuçtur. İşte bu büyük sapma, zulüm ve sömürüye, bu derin ve yaygın adaletsizliğe karşı geniş mustaz’af kitleler dünyanın her yanında, daha adil ve daha özgürlükçü yeni bir dünya talebiyle isyan bayrağını açarak ayaklanmakta, egemen yerel ve küresel sistemleri değişime zorlamaktadırlar. Ancak vahiy ve fıtrat buluşmadığı sürece, insanlar sadece fıtrî bir eğilimle aradıkları adalet sistemine asla ulaşamayacaklar/ulaşamıyorlar. Çünkü fıtrat, bütüncül ve sahici bir adalet sistemine ulaşmak için vahyin yol göstericiliğine, rehberliğine muhtaçtır. İşte vahyin mesajından haberdar olan Müslim/mü’min kadrolara düşen büyük sorumluluk, yolunu şaşırmış arayış içindeki insanlığın bile kurtulmaya çalıştıkları seküler ideoloji ve modellerin peşine takılmak yerine; onların da, muhtaç oldukları vahye dayalı adalet sistemine ulaşmaları için güzel örnek ve model olmak, rehberlik yapmaktır. Bu model oluşturma sorumluluğu, ancak Allah’a teslimiyetle, Kur’an’ın belirlediği şartlarda müslim/mü’min olmak ve insanlara vahyin şahidliğini yapmakla yerine getirilebilecektir. İMAN VE AMEL BÜTÜNLÜĞÜ İÇİNDE TUTARLI MÜ’MİNLER OLMAK, VAHYİN ŞAHİDLERİ OLMAKTIR Hac Suresi 77 ve 78. âyetlerde, “Ey iman edenler!” diye başlayan ve mü’minliğin gereğini yerine getirmenin, imanın ispatı anlamında Allah’a teslimiyetin yani müslim olmanın şartları sıralanmıştır. Müslim adını almanın ve mü’min olmanın en temel gereklerinden birinin de Rasûlün s insanlara güzel örneklik ve şahidlik yapması gibi, mü’minlerin/müslimlerin de diğer insanlara “vahyin şahidliğini” yapmaları ve güzel örneklik teşkil ederek vahyin mesajını yaymaları gerektiği hatırlatılmaktadır. Rasûlullah s, Kur’an’ı nasıl anlamış ve nasıl yaşamış, bize nasıl örneklemiş ve Kur’an ahlakını kuşanarak vahyin şahidliğini nasıl yapmışsa, bizim de bu güzel örnekliği, Nebevî şahidliği esas alarak çağımızın insanlarına en yakın çevremizden başlayarak vahyin şahidliğini, güzel örnekliğini yapmamız, Müslim olmamızın en temel gereği olarak vurgulanıyor. Yani en yakınımızdan başlayarak Hakk’ın mesajını tavsiye ve tebliğ edeceğimiz insanlara öncelikle Kur’an ahlâkını yansıtan hayatımız ve davranışlarımızla güzel örneklik oluşturarak hâl ile tebliğ yapmamız gerektiği bildirilmektedir. Kısaca vahye şahidlik demek; bilgi sahibi olup onu sözle yaymakla yetinmeyip öncelikle bilginin ahlâkını kuşanarak hâl ile tebliğ yapmak demektir. Kur’an’ın ahlâkıyla ahlâklanıp İslam’a uygun davranışlarda bulunarak güzel örnek olmaktır. Şüphesiz ki, en tesirli tebliğ de vahyin şahidliğini yapan örnek bir hayatla ve güzel bir ahlâkla yapılan hâl ile tebliğdir. Tabii ki, ancak hâl ile tebliğ yapanların kâl/söz ile tebliğleri de muhataplar üzerinde daha tesirli olabilecektir. Rabbimiz, Bakara Suresi 44. âyette “Kitabı okudukları halde, başkalarına iyiliği tavsiye ederken kendilerini unutanları, sözle ifade ettikleri Hakk mesajı kendileri yaşamayanları”kınamaktadır. Saf Suresi 2 ve 3. âyetlerde ise, Rabbimiz mü’minlere bir uyarı yaparak“yapmadıkları şeyi söyleyenleri” suçlamakta ve onların bu hallerini “en sevmediği hâl” olarak nitelemektedir. Rabbimiz, bu tür kişileri iman iddialarını ispata ve tutarlı olmaya çağırmaktadır. Başkalarına söylediği, tebliğ ve tavsiye ettiği Hak mesajı öncelikle kendileri yaşayanlar ise, Allah’ın razı olacağı müslim/mü’min vasfını kazanmakta ve vahyin şahidleri olmakla şereflenmektedirler. Tekraren ifade edecek olursak, ancak tavsiye ettiklerine öncelikle kendileri uyarak vahyin şahidliğini yapan bir hayatı yaşayanların sözle yapacakları tebliğleri muhataplara etki edecektir. Ancak maalesef yüzyıllar süren yozlaşma sürecinde, “Müslümanım” diyenler Kur’an’ı “mehcur”/”terk edilmiş” bırakarak, Rabbimizin Kur’an’da beyan ettiği Rasûlullah’ın şu şikayetine muhatap hâle gelmişlerdir “Ya Rabbi, kavmim ümmetim bu Kur’an’ı mehcur bıraktılar.” Furkan, 25/30. Kur’an’ı mehcur bırakmak, Kur’an’ı okumamak değildir, Kur’an’ı anlamamak da değildir. Kur’an’ı mehcur bırakmak; vahyin değerlerini hayata taşımamak, Kur’an’ı okuduğu halde onunla amel İslam dünyası Kur’an’ı mehcur bıraktığı için, ellerinde Allah’ın yüce kitabı bulunan “Müslüman” toplumlar zelil durumdadırlar. Vahyin talimatlarını hayatlarından çıkaran Müslümanlar, paramparça coğrafyalarda, işgal altında, cehalet karanlığında bocalayıp durmakta, küresel güçlerin boyunduruğu altında sömürge ve yarı sömürge hayatı sürdürmeye mahkûm edilmiş vaziyette bir zilleti yaşamaktadırlar. Bu sebeple, ellerinde, evlerinde, kütüphanelerinde, hatta zihinlerinde Kur’an ve vahyin bilgisi olduğu halde, onunla amel etmedikleri, vahye uygun yaşamadıkları için, vahyi bütün hayat alanlarını kuşatacak bir bütünlükte idrak edememiş ve hayata hâkim kılamamış olmaları sebebiyle, “Müslümanım” diyen kitleler, seküler modern paradigmanın çökmüş, çürümüş ve insanlığı da çürütmüş olan ideoloji ve modellerinin peşine takılmış bulunmaktadırlar. “EY İMAN EDENLER! …İMAN EDİN” İşte bu tür durumlar sebebiyle, yani “iman” ettiğini ve Müslüman” olduğunu iddia ettiği halde, vahiyden kopuk bir hayat yaşayanlara hitaben Rabbimiz Kur’an’da “Siz ey iman edenler! …İman edin” Nisa, 4/136 buyurmaktadır. Bu ayetin öncesindeki Nisa Suresi 131 ilâ 135. âyetlerde, önce “Göklerdeki her şey, yerdeki her şey Allah’ındır. Sizden önce kendilerine kitap verilenlere de, size de Allah’a karşı gelmekten sakının’ diye tavsiye ettik.” denilmektedir. Aynı âyetlerde “Göklerdeki ve yerdeki her şeyin Allah’ın olduğu” vurgusu üç defa tekrarlandıktan sonra Müslüman ya da mü’min olduğunu iddia edenler, bütün varlık âleminin de kendilerinin de sahipleri olan Allah’ın emirlerine uymaya davet edilmektedirler. Ayrıca, “Kim dünya mükâfatını isterse bilsin ki dünyanın da, ahiretin de mükâfatı Allah katındadır.” hatırlatmasıyla da, hevayı esas alan dünyevileşme sapmasından korunup dünya hayatının ahiret eksenli olarak Allah’ın hükümlerine uygun biçimde yaşanması gerektiği vurgulanmaktadır. İman edenler, Allah’a karşı gelmekten sakınmaya, takvayı kuşanarak Allah’ın emir ve yasaklarına uyma sorumluluk bilinciyle hareket etmeye ve “Allah için şahidler olarak adaleti ayakta tutmaya” ve “Adaleti yerine getirmede heva ve hevese değil; vahye uymaya” çağrılmaktadırlar. İşte Nisa Suresi 135. âyette, hayatınızda İslâm’ı öyle güzel yaşayın ki, hayatı vahye uygun biçimde inşa ederek öyle bir adâlet örnekleyin ki, öyle âdil bir Müslümanlık sergileyin ki varlığınız ve yaşantınız Allah’a, Allah’ın varlığına şahit olsun” denilmektedir. Evet “Ey iman edenler!”, Kur’an’ı rehber edinerek öyle bir hayat yaşayın ki, sizi görenler Allah’ı hatırlasın. Bu çağrı şunları ihtiva etmektedir Kendiniz Allah için şâhidlik yaparak âdil davrandığınız gibi toplumunuzda da tüm zulümlerin kökünü kazıyıp adâleti ikâme edin. Adâletle hakkı ve haklıyı ayakta tutun. Vahyin vazettiği âdâlet ölçülerine tâbi olmaktan vazgeçip hevâ ve heveslerinize uymayın. Eğer akıl Allah’tan gelen ilme yani vahye uyuyorsa, o akıl isabetli karar verir. Vahyin yol göstermesi olmadan aklın kendi başına sahih ve bütüncül bir adaleti üretmesi mümkün olamaz. Vahyin rehberliğinden yoksun akıl heva ve hevese uymaktan kurtulamaz. Bu sebeple Rabbimiz, Kur’an’da yer alan,“Rabbinin kelimesi Kur’an doğruluk ve adalet bakımından tamdır…” En’am, 6/115, “Andolsun, biz elçilerimizi açık mucizelerle gönderdik ve beraberlerinde kitabı ve mizanı ölçüyü indirdik ki, insanlar adaleti yerine getirsinler…” Hadid, 57/25, hükümlerini inzal etmiş ve “kendi emrinden bir şeriat indirdiğini ve buna uyulmasını, bilmeyenlerin hevasına uyulmamasını” emretmiştir. Casiye, 45/18. Görüldüğü üzere, insanın önünde iki yol olduğu anlaşılıyor, ya adalet ölçülerini de içeren “Allah’ın emrinden oluşan şeriatı vahiy” ya da “bilmeyenlerin hevası”. Vahye tâbi olmayan her kişi bilmelidir ki hevaya uymaktadır. Vahye uygun bir hayatın yaşandığı yerde adalet ve barış olacak, vahyin yol göstericiliğinden uzak olan akla ve heva ile zanna uyulan yerde ise adaletsizlik, kaos ve çatışma kaçınılmaz hale gelecektir.“Eğer yeryüzündekilerin çoğuna uyarsan seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar ancak zanna uyuyorlar ve onlar sadece yalan uyduruyorlar.” En’am, 6/116. İman iddiasına rağmen bu imanın ispatı olarak vahyin âdil şahidliğini yerine getirmeyenler, hayatı vahye uygun yaşamayarak iman iddiasına aykırı davrananlar, Nisa 136. âyetteki; “Ey iman edenler iman edin!” emriyle iman iddiasına sadakat göstermeye ve iddiasını ispata çağırılmaktadır. Yani, “imanınızı, tasavvurunuzu, hayatınızı inşa eden ilkeleri gözden geçirin, Kur’an’a arz edin, vahye uygun olup olmadığı konusunda sorgulayıp öz eleştiri yapın ve gerçek anlamıyla iman edin!” denilmek istenmektedir. Haddinizi bilin de Allah’a Allah’ın istediği biçimde iman edin. Tüm hayatınızda nihaî anlamda tek söz sahibi olarak, hayatınızda egemen tek varlık olarak Allah’a iman edin. İnzal ettiği vahiyle hayatınızı düzenlemek üzere Allah’a iman edin. Sizi yaratan, size hayat veren ve şu anda sahip olduğunuz her şeyi size bahşeden ama vadeniz dolduğunda size verdiği bu hayatı geri alıp verdiklerinin tümünden ve inzal ettiği Kitaptan sizi hesaba çekecek zât olarak Allah’a iman edin. Aynı zamanda O’nun Rasûlüne de iman edin. İmanlarınızın tam olabilmesi için o elçiye de iman edin ve onun güzel örnekliğini esas alıp mücadele sünnetini, yolunu tâkip edin. Çünkü o Rasûl kendisi de Allah’a iman ediyor. Allah’a ve Allah’ın kelimelerine, Allah’ın âyetlerine iman ediyor ve iman ettiği vahyin şahidliğini yapıyordu. İşte böyle bir imandan kaynaklanan bir hayatı yaşamaktan yana olun. Düşünceleriniz, amelleriniz, söylem ve eylemleriniz, sevgi ve küsmeleriniz, zevkleriniz, ahlâkınız, hayat tarzınız, dostluk ve düşmanlık anlayışlarınız, hükümleriniz, kararlarınız, hukuklarınız, eğitimleriniz, sosyal ve siyasal yapılanmalarınız, tüm hayatınız bu imanınızdan kaynaklansın. İşte toplumlarımızda, adâlet, huzur, barış ve izzet hâkim olsun istiyorsak, Allah’ın razı olacağı müslimler olmayı hedefliyorsak, bu sonuç, ancak Allah’a, Rasûllerine ve onlara gönderilen kitaplara imanla ve bu imanı ispat eden bir hayatı inşa etmekle, Allah’ı hatırlatan hayatları çoğaltmakla mümkün hâle gelebilecektir. Çünkü insanlar ancak Allah’a, Allah’ın Rasûllerine ve onlara indirilen Allah’ın kitaplarına iman ve teslimiyetle, vahiy rehberliğinde bir hayatı inşa edip yaşayan Kur’an’lar hâline gelerek, hevâ ve heveslerine mahkûm bir hayatı yaşamaktan kurtulabileceklerdir. Allah’tan ve Allah’ın gönderdiği hayat programı kitaplarından habersiz yaşayan insanların hevâ ve heveslerinden kurtulup âdil davranmaları asla mümkün değildir. Hevâsına uyan kimselerin yön verdiği dünyada barış ve adaletin olması mümkün değildir. Zaten onların Allah’ın hidayetinden yüz çevirmelerinin, ya da âyetleri yalan saymalarının sebebi, vahyi bırakıp kendi hevalarına uymalarıdır. En’âm, 6/150; Kehf, 18/28. Rabbimiz Kur’an’da, Rasûlullah’ı s ve onun şahsında müslümanları, “…Sana gelen bu ilimden Kur’an ve hükümlerinden sonra onların hevasına uyarsan, senin için Allah’tan bir veli ve yardımcı yoktur”. Bakara, 2/120 “Allah’ın indirdiği ile hükmet, onların hevasına uyma” Mâide, 5/48, 49 “Emrolunduğu gibi dosdoğru ol ve onların hevasına uyma” Şura, 42/15 şeklinde uyarmaktadır. Rasûlullah s buyurmuştur ki “Yüce Allah’ın yanında gök kubbe altında Allah’tan başka tapınılan ilahların içinde, kendisine uyulan hevadan aşırı istek ve tutkulardan daha büyüğü yoktur.” Taberanî İşte “Ey iman edenler iman edin.” derken, yukarıda izah edildiği gibi Allah için şahitlik ederek adaleti gerçekleştirmeyenlere, hayatı vahye uygun yaşamayanlara, heva ve tağutlara tâbi olanlara iman etmeleri, imanlarına uygun davranmaları emredilmektedir. Sonuç olarak diyebiliriz ki; “Ey iman edenler, iman ediniz” denirken “adaleti Kur’an ölçüleriyle gerçekleştirme, hayatı vahye uygun inşa etme imanı” istenmektedir. Nisa Suresi 137. âyette bahsedilen istikrarsız ve ikili inanç durumuna düşmeyiniz denilmektir. Başka bir ifade ile imandan sonra yine iman olmalı, imandan sonra inkâr olmamalıdır. İman ettikten sonra hayat içinde de iman korunmalı, salih amellerle beslenmeli ve imana şirk bulaştıracak konumlara sürüklenilmemelidir. Kâl/söz ile iman edildikten sonra hâl/yaşantı ile inkâr durumuna düşülmemelidir. Böylece, iman edenlere, tekrar “iman ediniz” denilmesinin amacı, “imanın gereği olan salih amellerde bulunun, hayatı Allah’a rükû ve secde ettirip ibadet kılarak inancınızı ispat edin, imanınızı pekiştirin, imanınıza şirk bulaştırmayın” hatırlatmasını yapmaktır. Rabbimiz Saf Suresi 61/10 ve 11. âyetlerde de şöyle buyurmaktadır “Ey iman edenler! Sizi elem dolu bir azaptan kurtaracak bir ticareti size göstereyim mi? Allah’a ve Rasûlüne iman edersiniz, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihat edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için çok hayırlıdır.” Görüldüğü üzere 10. âyette “ey iman edenler” şeklinde hitap edildiği halde 11. âyette “Allah’a ve Rasûlüne iman etmek” önerilmektedir. Eğer bunlar Allah’a ve Rasûlüne iman etmemiş idiyse, neden 10. âyette “iman edenler” ifadesine yer verilmiştir? Anlaşılan odur ki, bu ayetlerde de, Nisa Suresi 136. âyette de, birincisinde kâl/sözle iman, ikincisinde hâl/yaşantı ile iman söz konusu olabilir. Birinci imana kalpte oluşan teorik iman, ikinci imana da salih amellerle, ahlâk ve davranışlarla ortaya konan hâl/fiîliyât ile iman, yahut imanın hayata hâkim kılınması, imanın ispatı diyebiliriz. İnsanlar genelde söz/kâl ile iman ettiklerini ya da “Müslüman” olduklarını söyledikleri halde daha sonra hâlleri/yaşantıları ile inkâra sürüklenmektedirler. Zaten çoğunluk inkârcılar, Allah’ı, Rasûlünü ve Rasûle indirilen kitabı inkâr ettiklerini açık biçimde sözle ifade etmezler; tam tersine, dilleriyle iman ettiklerini söylerler. Ancak bu çoğunluk, yaşantılarıyla, vahye uymayan hayatlarıyla, yani hâl ile inkâr ederler. Böylece “Ey iman edenler! …iman edin” emri, muhatapların tam bir mü’min olmalarını, Allah’ın istediği gibi iman-amel bütünlüğü içinde kâmil iman sahibi olmalarını, inandıklarını hayatlarına hâkim kılarak Allah’ın boyasıyla boyanmalarını ve iman ettikten sonra hiçbir sebep ve dünyevi hesapla imanlarına zulüm/şirk bulaştırmamalarını En’am, 6/82 emretmiş olmaktadır. En’am 153. âyette de zikredildiği üzere, kişi iman ettikten sonra, hayat içinde hevasına ya da tağutlara da itaat ederek kendisini sırat-ı müstakim olan Hak yoldan ayıracak olan bâtıl yollara sürüklenip şirke düşebilmektedir. Bu sebeple, “Onların çoğu, şirk katmadan Allah’a iman etmezler.” Yusuf, 12/106 âyetinde beyan edilen çoğunluk insanların yaptığı gibi içine şirk katılan bir iman yerine, Allah’ın razı olacağı tevhidî bir iman ile iman edin denilmektedir. Bu ayet bize, güncel boyutuyla da şunları söylemektedir -“Ey iman iddiasında bulunduktan sonra, Hem Müslümanım hem de laikim’, hem Müslümanım hem de demokratım’, hem Müslümanım hem de sosyalistim’, hem müslümanım hem de kapitalistim’, hem müslümanım hem de ulusçuyum/milliyetçiyim’ diyenler; bu bâtıl anlayış ve uygulamalardan uzaklaşıp sadece Allah’a teslim olun, yalnızca vahye uyarak iman edin ve müslim olun”. -“Ey din bireyseldir’, paranın/ekonominin dini, imanı olmaz’ İslam laiklik ile bağdaşır.’… misali Hak ile bâtılı karıştıran sapkın anlayış ve uygulamalar ortaya koyanlar, şirk koşmadan tevhidî bir iman ile Allah’a iman edin”. -“Ey iman iddiasında bulunup Dindarım ve beş vakit namaz kılıyorum’ diyenler içindeki laiklikten de razı olduğunu söyleyen % 67’lik kesim, Kur’an’ın belirlediği anlamda mü’min ve müslim olmadığınızı fark edin ve Allah’a teslim olun, Allah’a, Rasûlüne ve Rasûle indirilmiş Kur’an’a iman edin.” – “Ey iman iddiasında bulunup Müslüman olduğunu söyledikten sonra, göklerin hâkimiyetini Allah’a, yeryüzünün hâkimiyetini tağutlara verenler! Allah’a, Rasûlüne ve Rasûle indirilen kitaba, Kur’an’a iman edin ve hayatınızın bütününü Allah’ın hâkimiyetine verin”. Bilinmelidir ki, iman etmenin gereği kayıtsız şartsız Allah’a teslim olmak ve tıpkı İbrahim as gibi müslim olmaktır “Rabbi ona “eslim”/teslim ol! İslam ol/müslim oldediğinde, “Âlemlerin Rabb’ine “eslemtu/teslim oldum İslam/müslim oldum” demişti. Bakara, 2/131. Bu şekilde teslim olmayanların ve vahye uygun yaşamak suretiyle bütün hayatlarını Allah’a rükû ve secde ettirme çabası göstermeyenlerin iman iddiası boşa çıkacaktır. Bu sebeple Rabbimiz, kullarından iman ettikten sonra, böylesine İbrahimî bir teslimiyetle Allah’a teslim olmuş bir hayatı yaşayarak Müslim olmalarını istemektedir. Müslim olan kullarına ise, Rabbimiz, şöyle hitap eder “Ey âyetlerimize iman eden ve müslim/müslüman olan kullarım! Bugün size korku yoktur, siz üzülmeyeceksiniz de.” Zuhruf 43/68-69. Bu âyette, Allah’ın ayetlerine iman edip bu kavlî imanlarını hayata geçirerek fiilî imanı gerçekleştirenleri, yâni iman ettiği Allah’ın hükümlerine uygun bir hayatı yaşayarak müslim olanları, Rabbimiz “ey müslim olan kullarım”diyerek sahiplenmekte ve onları müjdelemektedir. Rabbimiz hepimize, İbrahim as gibi kendisine teslim olup imanının gereğini yerine getiren ve Rasûlullah’ın s şahidliğini örnek alıp Kur’an’ın ahlakını kuşanan mü’min ve müslimlerden olmayı nasip etsin inşaAllah.
Oluşturulma Tarihi Nisan 27, 2020 1431Vahiy kelimesi dini açıdan tüm toplumları ilgilendiren en önemli sözcükler arasında yer almaktadır. Bu kelime aynı zamanda gündelik yaşam içerisinde de farklı anlamlar üzerinden kullanılabilmektedir. Peki, vahiy ne demek? Vahiy nedir? Vahiy TDK kelime anlamı hakkında bilinmesi Arapça kökenli bir kelimedir. Türkiye'de uzun bir dönemdir yerleşik olarak bulunan bu kelime Türk Dil Kurumu üzerinden ele alındığında Bir biçimde bildirilen buyruk’ şeklinde yer almaktadır. Özellikle dini anlamda önemli bir yere sahip kelimeler arasında yer alıyor. Vahiy Ne Demek? Vahiy kelimesinin sözlük anlamı buyruk’ şeklinde tanımlanmaktadır. Arapça üzerinden Türkçeye doğrudan kelime anlamı olarak bu şekilde geçmektedir. Dini açıdan ele alındığında ise vahiy kelimesinin Bir buyruk ya da düşüncenin Tanrı tarafından Peygambere bildirilmesi’ şeklinde yorumlanmaktadır. Gündelik yaşam içerisinde de vahiy sözcüğü bu anlam üzerinden değerlendirilir. Kelime tek başına kullanılabileceği gibi farklı cümle içerisinde bir arada da kullanılabilmektedir. Vahiy Nedir? Vahiy kelimesi bir buyruk veya düşüncenin Tanrı tarafından peygambere bildirilmiş olması şeklinde tabir edilir. Özellikle vahiy kelimesi İslami açıdan oldukça önemli bir yere sahip sözcükler arasında yer alır. Vahiy kelimesini bir örnekle açıklamak gerekirse; ’Aklın kavrayamadığı hakikatlere, tasavvuf ve vahiy yoluyla erişilebilir.’’ C. Meriç Özellikle edebi eserlerde ya da birçok yazılı kaynakta çok sık karşılaşılan kelimelerden biridir. Gündelik yaşamda da buyruk’ anlamı üzerinden amaca göre değerlendirmek mümkün.
vahye teslim olmak ne demek