Keremile Aslı Hikayesinin Özeti | Uz Edebiyat. Bazı şehirlerde Kerem, Aslı Han'a bir zaman kavuşur. Keşişten habersizce bir müddet birbirlerine sevgilerini anlatırlar, dertlerini dökerler: Erzincan Bağlarında ve Kayseri'de olduğu gibiSonunda Kerem Aslı'sının peşinden Halep'e varır. Halep Paşasına kendini sevdirir: Paşa
Kapıkulede TIR şoförü baba ve 2 oğlu TIR parkında bayramlaştı Tır şoförü baba ve iki oğlu, Haber: Gerçek 'Babam ve Oğlum' Hikayesi - Haberler HABERLER.COM.
Babaoğul ilişkisi üzerinden anlatılan bu büyüme hikâyesinde kötü seçimler yapıldığında ödenmesi gereken bedel gerilim yüklü bir olay örgüsüyle aktarılıyor.
Hazi Ekim 1, 2021 Kısa Hikayeler 0 yorum baba - oğul hikayeleri, baba hikayeleri, baba hikayesi, baba oğul hikayesi, baba oğul hikayesi kısa, baba sevgisi, Baba ve Oğlu / ibretlik duygusal hikayeler Küçük bir çocuk okyanus kıyısında babasıyla birlikte yürüyordu. Birden babasına döndü ve “Babacığım.
BABAve OĞLU (Vater und Sohn) Vater und Sohn ya da Türkçesiyle Baba ve Oğlu, çalışmalarında E.O.Plauen takma adını kullanan Alman çizer Erich Ohser tarafından 1934 yılında yaratılmıştır.Ohser, bu başlığın çizimlerini gerçekleştirirken bir dönem için Erich Kâstner'den senaryolar için yardım almıştı. Erich Kastner'in Berlin'deki sanat çevrelerine tanıtımını
cash. Bilimkurgu, bazen “en büyük sırlar”ın keşfi üzerine kurulu bir türdür... “Kurgu”, böyle filmlerde “bilim”in bittiği yerde başlar ve hayal gücüyle sınırların ötesine geçer... Tıpkı “2001 A Space Odyssey” 1968 gibi... Filmin yönetmeni Stanley Kubrick, Ay'ı ve uzayı keşfetme hedefinin heyecan verici olduğu bir dönemde, insanlığın evrenin ve uzayın sonunda ne bulacağı sorusuna yanıt aramıştı... O meşhur final sekansında ne demek istediği bugün bile hâlâ tartışılıyor. Kimsenin son noktayı koyamayacağı bir tartışma bu... Önemli olan, Kubrick'in sözlerle değil, imgelerle düşünmeye çalışması ve “her şeyin sonunda yine kendimizi bulacağımızı” söylemesi gibi gelir bana... “2001”den bu yana bilimkurgu sinemasında “büyük sır”ların peşine düşen, düşünsel yanı ağır basan bir “damar” hep olageldi...“Yıldızlara Doğru” Ad Astra o damardan beslenen bir film... Ama en baştan söylemekte yarar var. Uzayın, evrenin sırları sadece bir vaat... Film, asıl olarak “burnumuzun ucunda” duran ve uzaklara baktığımız için göremediğimiz meselelerle ilgili... İşte tam da bu nedenle “Yıldızlara Doğru”, “2001”den ziyade “Contact” 1997 ve “Interstellar”la 2014 akraba... “Contact”ta hedef, dünya dışı zeki varlıklarla yaşanacak ilk teması kurmaktı... “Interstellar” ise yeni gezegenler bulma umuduyla ilgiliydi... Ama her ikisinin finalinde de “hedef”ten sapıyor ve bir şekilde “baba – kız” buluşmalarına tanık oluyorduk. “Yıldızlara Doğru” da bir arayışın filmi... Babasını arayan bir astronotun öyküsünü seyrediyoruz ve finalde “dış uzay”ın keşfi, “iç uzay”ın keşfine dönüşüyor... İç uzaylarda olup bitenler açısından beni heyecanlandırdığını söylemem zor. Ama dış uzayın keşfi konusunda yabana atılacak bir film “The Lost City of Z” ile karşımıza gelen ve daha önce bilimkurgu türünde film çekmeyen yönetmen James Gray'in, Ethan Gross ile yazdığı senaryo, gelecekbilimcilerin önümüzdeki 100 yıl için öngördüğü sınırların ötesine geçmemeye gayret ediyor. Galaksiler arasında ışık hızında yolculuk yapan uzay gemileri yok... Mars'a ve ötesine gidiliyor ama insanlı yolculuk itibarıyla Güneş Sistemi'nin sınırları henüz geçilmemiş durumda. Roy McBride'ın Brad Pitt uzun yolculuğu boyunca tanık olduklarını düşündüğümüzde, zaten babası Clifford McBride Tommy Lee Jones dışında “sınırların ötesini” düşünen, bilim ve keşfetme aşkıyla yanıp tutuşan çok fazla kişi olmadığını da görüyoruz. Spacecom gibi kuruluşların öncelikli hedefi, gezegenlere sahip çıkmak, yeraltı kaynaklarına ulaşmak... Sömürgecilik çağını hatırlatan bir dönemdeyiz. Zengin ve güçlü ülkeler, atmosferin ötesinde ulaşabildikleri her yeri egemenlikleri altına almak derdindeler... Ay, artık Yeryüzü'nden tarifeli uçuşla gidebildiğiniz bir yer... İndiğinizde kendinizi büyük bir havalimanında gibi hissediyorsunuz. Oradan çıktığınızda ise süper güçlerin çatışmanın eşiğinde olduğu, korsanların cirit attığı güvensiz bir yerdesiniz...“Yıldızlara Doğru”da uzay, huzursuz, karışık ve gergin bir yer... Ay'dan Mars'a giderken yardım çağrısı aldıkları uzay gemisi sahnesini unutmamak gerek. Dış uzay, uygarlığın bittiği, şiddet ve ölümün kol gezdiği bir yer. Mars'a gidilmiş, orada büyük yeraltı istasyonları inşa edilmiş. Ama gezegenler arası yolculuk hâlâ ucuz değil. Mesafe ciddi bir sorun. Mars'ta doğup Yeryüzü'nü hiç görmeyen insanlar var... Mars yeraltı istasyonlarındaki o kasvet, “dinlenme odaları”nda doruğa çıkıyor. İnsanlar doğa görüntüleriyle rahatlamaya çalışıyor. Bizim gördüğümüz ise dört duvar arasında yaşanan klostrofobik bir deneyim.. Orasının bir kömür madeninden, enerji santralinden farkı yok aslında... Dünya dışı zeki varlıklar bulma hedefinin, Güneş Sistemi'ndeki gezegenleri sahiplenmek için sadece romantik bir gerekçe olduğunu anlıyorsunuz. Roy McBride'ın bağlı olduğu Spacecom, kâr amaçlı, güvenilir olmaktan çok uzak bir kurum... Roy'un babası Clifford McBride'ın kurumun ikiyüzlülüğüne isyan ettiğini düşünmek mümkün. Öte yandan, yaptığı seçimler itibarıyla aklın sınırlarını geçmiş durumda. Bilim aşkı, kibre dönüşmüş. İnsanlığa karşı duyduğu nefret, kendisini yiyip bitirmiş durumda... Peki, ya oğlu?O, tam da filmin ilk sahnesindeki gibi Yeryüzü ile dış uzay arasında bir yerde duruyor. Dünyadan dış uzaya uzanan kule gibi bir merdivende... Aklında hep uzay var. Yeryüzü'yle güçlü hiçbir bağı yok. Ailesiz, çocuksuz biri. Film boyunca aklından geçen güçlü bir ev imajı yok mesela... Sadece bir kadın var... James Gray'ın Rönesans resimlerindeki uhrevi imgeleri çağrıştırır şekilde görüntülediği, Liv Tyler'ın canlandırdığı bir kadın bu... Adı Eve, yani Havva. Belli ki, Roy için Yeryüzü'nü, toprağa kök salmayı, aile kurmayı çağrıştırıyor. Bir tür Ana Tanrıça gibi, Roy'un o büyük macerasını bitirip gelmesini bekliyor.. Mitolojik hikâyelerde olduğu gibi, Roy Tanrı'ların yanına çıkacak, bilgiye ulaşacak ve sonra geriye dönecek... Roy'un babayla olan meselesini halletmeden Yeryüzü'ne dönmesi mümkün değil. O yüzden babayla olan bağı her şeyden daha güçlü... Filmin başında Roy'un metal bir halatla yukarıya; yani uzaya bağlı olması, bana tesadüfi bir seçim gibi gelmedi. Çünkü finalde de oğul ile baba arasında benzer bir “bağ”lılık var... Roy'un o bağı koparmadan Yeryüzü'ne dönmesi, kök salması mümkün değil...Roy'un uzayda ya da yerçekimsiz boşluklarda bir yerlere tutunmaya çalışarak düşmesi, salınması ya da hareket etmesi film boyunca sıkça tekrarlanan bir imge... Özellikle finalde uzay boşluğunda Neptün'ün halkalarında verdiği yaşam mücadelesi, bir yerlere tutunmaya çalışması hayli anlamlı bir ayrıntı... Roy'un bütün derdi, sağlam “bir yer”e tutunmak değil mi aslında? Filmin Yeryüzü'ne düşüşle başlayıp yine aynı şekilde bitmesi tesadüf değil. Baba, dünyadan ve insanlıktan kaçmış, huzuru uzayda bulmuş biri. “Yukarıda” tanrılara özgü bir yalnızlığı tercih etmiş. Filmin son bölümünde Roy da benzer bir tercihle karşı karşıya kalıyor. Ama Roy için önemli olanın kendi içindeki “kayıp baba”yı bulmak ve ruhundaki eksik parçayı doldurmak olduğunu anlıyoruz... Freudiyen okumalara fazlasıyla açık bir film “Yıldızlara Doğru”. Ama fazla derine dalmadan, yüzeyinde dolaşırken gördüklerimiz sanki daha önemli. Mesela, babanın insanlığı küçük gören kibrinin vardığı nokta önemli... Orası çok tehlikeli bir yer. Baba, hiç kimsenin ulaşmadığı çok değerli bilgilere ulaşırken Yeryüzü'nün felaketine yol açabilecek bir dengesizliğe neden oluyor. Çünkü sevgisizlik, insansızlık beraberinde kötülüğü getiriyor. Spacecom faydacı yaklaşımı; baba McBride ise hümanizmden kopuk bilimi temsil ediyor... Roy McBride ise tüm bu kaos içinde doğru olana tutunmaya çalışan iyi kalpli, cesur bir kahraman... Kuşkusuz, başka türlü de okunabilir “Yıldızlara Doğru”... James Gray, farklı okumalara, çağrışımlara açık bir filme imza atmış. Kendi adıma, açılış sahnesindeki kule – merdivenden başlayarak Gray'in Ay'ı, uzayı, uzay yolculuğunu anlatışını ve özellikle yakın gelecekteki huzursuzluğu ele alış biçimini sevdim. O huzursuzluk, bugünün dünyasıyla ilgili hiç kuşkusuz... Hoyte Van Hoytema'nın görüntü çalışması harika. Max Richter'in elektronik müzik çalışmasının filme çok şey kattığını da düşünüyorum. Özellikle benim kuşağım için uzay, biraz da elektronik müziktir... Richter, 1970'lerden beri süren bu geleneği bozmadan, onu daha da geliştirmiş... Brad Pitt'in de gerçek bir yıldız ve oyuncu olarak üstüne düşeni fazlasıyla yaptığını düşünüyorum... Ne var ki, “Yıldızlara Doğru”nun duygusal olarak bana dokunduğunu, etkilediğini söyleyemem. Baştan sona hiç sıkılmadan ilgiyle izledim ama bende derin izler bırakan bilimkurgu filmlerinden biri olmayacağı kesin. Bunun en önemli nedeni, filmin “son sözü”nden çok da etkilenmemiş olmam galiba... Sonunda her şeyin bir klişe bir kahramanlık hikâyesine bağlanması da her şeyi hafifletiyor. Yine de özellikle bilimkurgu sevenlere öneririm... 6,5/10
Eşim ilk evladımızı doğurduğunda daha 30’uma gelmemiştim. Hala o geceyi hatırlarım. Bütün geceyi arkadaşlarımla geçirmiştim. O gece, gereksiz konuşmaların olduğu ve arkadaşlarımı güldürmek için çeşitli saçmalıklar yapıyordum. O zamanlar diğer insnaları etkileme ve güldürme gibi ilginç bir yeteneğe sahiptim. Taklit edeceğim insnanın sesine uygun olarak sesimi değiştirebiliyordum. Kimse benim alaylarımdan kaçamazdı, arkadaşlarımla bile alay ederdim. Sonra bazı insanlar zamanla dilimden kurtulmak için benden uzaklaşmaya başladılar. Tam o gece pazarda dilenen kör bir adamla dalga geçmiştiğimi hatırlarım. Daha da kötüsü ona çelme takarak düşürdüm ve o kör adam ne söylediğini bilmeyerek kafasını sağa sola döndürmeye başladı. Her zaman ki gibi evime geç saatte döndüm ve karım beni bekliyordu. Eşim korkunç bir durumdaydı ve titrek bir sesle “Raşid… Neredeydin ?” diye sordu. “Marsta olacak halim yok ya, arkadaşlarla beraberdim” diye cevapladım. Oldukça hassas durumda olduğu belli olan ve göz yaşlarını zor tutan eşim; “Raşid, çok fazla yorulmaya başladım ve sanırım evladımız yakında doğacak.” dedi ve sükunet içinde bir gözyaşı yanaklarından süzüldü. O an eşimi ihmal ettiğimi hissettim. Bu zamanlarda dışarılarda gezmek yerine onun yanında olmalıydım çünkü eşim hamileliğinin dokuzuncu ayını doldurmak üzereydi. Sonra eşimin sancıları başladı ve hiç zaman kaybetmeden onu hastaneye götürdüm. Hemen eşimi doğum odasına aldırlar ve uzun süre acı işçinde o odanın içinde kaldı. Ben dışarıda onun doğum yapmasını bekledim fakat doğum zordu yine de sızana kadar bekledim. En sonunda hastaneye telefon numaramı bırakarak eve gittim iyi haberleri bana söylemelerini istedim. Aradan biraz süre geçtikten sonra hastane çalışanları bana Salim’in doğumunu müjdelediler. Hastaneye geri döndüm ve gititğim gibi bana eşimin doğumunu gerçekleştiren doktoru görmemi söylediler. “Ne doktoru” diyerek kızdım onlara “Ben sadece Salim’i görmek istiyorum!” dedim. “Mutlaka doktoru görmen gerek” dediler. Doktorun odasına gittim ve doktor benimle olumsuz bir şekilde konuşmaya başladı. Oğlumun gözlerinde sorun olduğunu ve görme kaybı yaşadığını öğrenince şok oldum. O anda Pazarda çelme takarak düşürdüğüm ve diğerlerinin güldüğü o adam aklıma geldi. Subhanallah ne ettiysem onu buldum! Eşim üzgün değildi. Allah’ın adaletine inanan eşim defalarca diğer insnalarla alay etmemi bırakmamı söylemişti. Eşim bu yaptıklarımı alay etme olarak değil çekiştime olarak görüyordu ve haklıydı. Salim’e çok ihtimam göstermedim. O evde yokmuş gibi davrandım, ağladığı vakit uyumak için odayı terk ediyordum. Eşim her şeye rağmen ona baktı ve onu derin bir sevgiyle kucakladı. Aslında ben ondan nefret etmiyordum ama bir türlü sevemiyordum da. Eşim, evladımın emeklemesini büyük bir coşkuyla kutladı. Evladım yaklaşık 2 yaşına geldiğinde yürümeye başladı fakat oğlumuzun aynı zamanda kötürüm olduğunu anladık. Ben evladımdan ne kadar çok fazla uzaklaşıyorsam, eşim de onu o kadar fazla çok sevmeye ve koruyup kollamaya başlıyordu. Bu durum diğer evlatlarımız olan Ömer ve Halid’in doğumundan sonra da devam etti. Aradan yıllar geçti içinde bulunduğum insanlar onları eğlendiren bir maskot gibi beni kullanmaya başladı. Oysa zannederdim ki onlarla alay edip oynayan kişi bendim. Eşim her zaman yanımda oldu ve her zaman benim hidayetimi istiyordu. Ne benim sorumsuz davranışlarım karşısında ne de Salim’i ve Kardeşlerini ihmal etmeme hiçbir zaman sinirlenmedi. Salim büyüdü. Eşim bana onu engelliler okuluna vermemiz gerektiğini söyleyince pek umursamadım. Yılların nasıl geçtiğini anlamadım. Neredeyse her günüm, bir diğerinin aynısıydı. İşe git, uyu, ye ve arkadaşlarınla takıl. Her günüm böyleydi. Bir Cuma günü saat sabah 11’de kalktım. Bu saat benim için oldukça erken bir saatti. Hızlıca duş aldım, giyindim ve güzel kokularımı sıkındım. Tam geçiyordum ki Salim’i gördüm hıçkırarak ağlıyordu. Salim’i bebekliğinden sonra ilk kez böyle ağlarken görmüştüm. Dışarı mı çıkmalıydım yoksa onu bu denli üzen şeyin ne olduğunu mu öğrenmeliydim. Hayır, onu bu durumda nasıl bırakabilirdim. “Salim, neden ağlıyorsun diye sordum.” Benim sesimi duyunca ağlamayı bıraktı ve benim onun yakınlarında olduğumu düşündü. Onun benden kaçmaya çalıştığını gördüm! Onun bana “Beni şimdi mi fark etmeye başladın? 10 yıldan beri aklın neredeydi?’’ demesini bekledim ve onu takip ettim. Salim kendi odasına gitti. İlk etapta bana neden ağladığını söylemek istemedi fakat anlayışlı davrandım çünkü neyin ters gittiğini çok iyi biliyordum. Onu daha önceleri Mescid’e götüren kardeşi Ömer geç kalmıştı. Cuma namazı olduğu için, Salim ön saflarda namaz kılacak yer bulamayacağından korkuyordu. Annesini çağırdı fakat kimse cevap vermedi. Elimle ağzını kapadım ve “Salim ağlamanın sebebi bu mu?’’ dedim. Ve ağlamaya başladım ve “Ya Salim, sana neden bunları söylüyorum bilmiyorum ama üzülme, seni bugün Mescid’e kim götürecek biliyor musun?’’ dedim. O, “Tabii ki de Ömer.’’ diye cevap verdi. “Keşke onun nereye gittiğini bilsem..’’ diye yakındı. Ben de “Hayır Salem, seni bugün ben götüreceğim’’ dedim. Salim çok şaşırdı, bu söylediklerime inanmakta güçlük çekti. Onunla dalga geçtiğimi düşündü ve tekrar ağlamaya başladı. Gözyaşlarını elimle sildim ve elinden tutarak ayağa kaldırdım. Oğlumu mescide araba ile götürmek istiyordum fakat o bu isteğimi reddetti ve “Baba Mescid bize çok uzak değil. Bu yüzden oraya yürüyerek gitmek ve attığım her adımı saymak istiyorum.’’ dedi. Ben ise en son ne zaman mescide girdiğimi ve secde ettiğimi hatırlamıyordum. Fakat işte tam o an pişmanlık ve korku duygusunu en fazla hissettiğim an idi. Uzun yıllar boyunca göz ardı ettiğim şeyler için pişmandım. Mescid ağzına kadar doluydu fakat ben buna rağmen Salim için ön saflarda yer bulabildim. Birlikte Cuma Hutbesi’ni dinledik ve ben onun yanında namaz kıldım. Namazdan sonra Salim bana Kur’an hakkında soru sordu. Şaşırmıştım. Kör olduğu halde nasıl Kur’an’ı okuyabilirdi ki? Nerdeyse onun bu istediğini reddedecektim ki, hislerini incitmekten korktum ve vazgeçtim. Evladım benden Kur’an’ı almamı ve Kehf suresinin bulunduğu sayfayı açmamı istedi. Onun isteğini yerine getirdim, fakat o önümdeki Kur’an’ı aldı ve kendi önüne koydu. Ardından sureyi okumaya başladı. Ya Allah! Evladım tüm sureyi ezberlemişti. O anda kendimden utandım ve Kur’an’ı önünden aldım. Bacaklarım titriyordu. Tekrar tekrar okudum. Allah’a beni bağışlaması ve bana yol göstermesi için yalvardım. Bu sefer ağlayan bendim. Boşa geçirdiğim ve yaptığım şeyler için umutsuzluk ve pişmanlık içinde ağlıyordum. O anda hissettiğim tek şey, küçük bir elin, yanaklarımdan düşen göz yaşlarını hafifçe silmesi oldu, bu Salim idi ve gözyaşlarımı siliyordu. Eve geri döndük. Eşim Salim hakkında oldukça fazla endişe içerisindeydi fakat bizim Cuma namazından geldiğimizi gördüğü zaman bu endişesi mutluluk gözyaşlarına döndü. O günden sonra, mesciddeki cemaati hiçbir zaman kaçırmadım. Kötü arkadaşlarımla bir daha hiç görüşmedim ve mescidde görüştüğüm dürüst arkadaşlar edindim. Onlarla birlikte İman etmenin verdiğimi zevki ve mutluluğu tattım. Onlardan ben bu dünyadan soyutlayan şeyleri öğrendim. O Yüce Yaradan’ın ismini zikretmeyi hiç bırakmadım. Bir ay içerisinde birkaç defa Kur’an’ı hatim etmeye başladım ve ben yılların benden götürdüğü insandım artık. Dilimden Allah’ın zikrini hiç düşürmedim. Belki böylece o Yüce Yaradan benim diğer insanlarla geçtiğim alayları ve dalgaları bağışlayabilirdi. Aileme daha yakın davranmaya başladım. Eşimin gözlerinde oluşan korku ve endişe artık yok olmuştu. Artık oğlum Salim’in yüzü gülüyordu. Onu gören herhangi biri, onun dünyalara sahip olduğunu düşünebilirdi. Nimetleri için Allah’a defalarca şükrettim. Bir gün dürüst arkadaşlarımdan biri İslam’ı yaymak için uzaklara seyahat etmeye karar verdi. Gidip gitmeme konusunda tereddüt ediyordum. İstihare yaptım ve eşime danıştım. Önceleri onun bu teklifi reddedeceğini düşünüyordum fakat tam tersi gerçekleşti. Eşim oldukça mutluydu ve cesaretlendirdi. Ben de Salim’in yanına gittim ve ona seyahat edeceğimi söyledim. Beni o küçük kollarıyla kucakladı ve eğer yapabilseydi başımı öpecekti. Daha sonra Allah’a güvenerek tüm işlemleri yoluna koymaya başladım ve Elhamdülillah her şey yolunda gitti. Evden tam 3,5 aydır uzaktaydım. Bu süre zarfında, bulduğum her fırsatta eşimi aradım ve evlatlarımla konuştum. Onları çok özlemiştim, özellikle Salim’i. Onun sesini duymak istedim. Salim, evden ayrıldığımdan beri benimle konuşmayan tek evladımdı. Ne zaman arasam, o ya okulda ya da mescidde oluyordu. Eşimi ne zaman arasam, ondan, Salim’i benim için öpmesini ve benim selamlarımı ona iletmesini isterdim. Eşim neşe ile gülerdi fakat en son aradığımda böyle olmadı. Herhangi bir kahkaha sesi duymadım. Sesi bir anda değişti. Ona, “Salim’e selamımı ilet.’’ Dedim ve o bana “İnşallah.’’ dedi. En sonunda eve döndüm ve kapıyı çaldım. Bana kapıyı açan kişinin Salim olmasını çok isterdim dakat karşımda aşağı yukarı dört yaşında olan Halid’i görünce şok oldum. Onu kucağıma aldım ve o “Baba, baba!’’ diye haykırıyordu. Eve girdiğim anda kalbimin neden böyle yoğun çarptığını bilmiyordum. Şeytan’ın şerrinden Allah’a sığındım. Eşime doğru yöneldim. Değişen bir takım şeyler olduğunu hissettim. Ona daha fazla yaklaşınca, yıllar önceki mutsuzluğun yüzünde olduğunu anladım. O mutsuzluk onun yüzüne geri gelmişti. “Seni rahatsız eden nedir?’’ diye sordum. “Hiçbir şey..’’ diye cevap verdi. Aniden aklıma Salim geldi. “Salim nerde?’’ diye sordum. Eşim başını öne eğdi ve cevap vermedi. Tam o anda evladım Halid’in yaptığı sesi duydum. Bu ses hala kulağımda çınlar. Halid, “Baba, Salim Allah’ın cennetine gitti.’’ Dedi. O bana Salim’in cennete gittiğini söyledi. Eşim daha fazla dayanamadı ve ağlayarak odayı terk etti. Daha sonradan Salim’in ben gelmeden iki hafta önce hastalandığını ve eşimin onu hastaneye götürdüğünü öğrendim. Evladımın ateşi artmış ve ruhu bedeninden ayrılana kadar onu rahat bırakmamıştı. Bu yaşananların, Allah tarafından tabi tutulduğum sınav olduklarını hissettim. Tüm bu olanların o Yüce Allah’tan gelen birer sınav olduklarını hissettim ve düşünmeye başladım. Hala benim gözyaşlarımı silen o minik ellerini yanaklarımda hissederim. Hala beni saran o ufak kollarını hissederim. O ama ve kötürüm olan evladım Salim için ne kadar üzüntü veren bir baba olmuştum! O asla kör değildi! Asıl kör olan bendim. Kötü arkadaş çevresi edindiğimde artık kör bir insandım. Salim asla kötürüm değildi! O doğru yolunda ilerlemekteydi. Ben hala onun bana söylediğini hatırlarım, “Yüce Allah sonsuz merhamet sahibidir.’’ önceleri sevgimi göstermekten sakındığım evladım Salem, şimdilerde seni kardeşlerinden daha fazla sevdiğimi fark ettim. Çok fazla gözyaşı döktüm. O günden bugüne kadar büyük üzüntü içerisindeyim. Nasıl üzülmem ki? Benim kaderim Allah’ın ellerindedir! Nasıl üzgün olmam? Benim kaderim Allah’ın ellerindedir! Ya Allah, Salim’i yüce merhametinle kabul et. ’Ya Allah, senden sebat istiyorum!’’
KEREM AKÇA / keremakca Dizi alışkanlığından kopamaması ve sağcı tavrıyla her zaman eleştirilen Osman Sınav, “Pars Kiraz Operasyonu”nda Hollywood kıvamında aksiyon sahneleriyle sardığı sinema duygusunu burada dolgunluğa taşıyor. “Uzun Hikaye”, Tuğçe Kazaz haricindeki oyuncularından teknik yetkinliğine kadar ülkemizin bir dönemini kavrama zekasıyla anılabilir. Bunda da Osman Sınav’ın Hollywood anlatısını oturtma arzusuyla yanıp tutuşan kimliğinin rolü büyük. 1950-1980 arasında sisteme karşı gelip sosyalist-komünist’ olarak adlandırılan Ali adlı kahramanı izlemek ise günümüzle de bağlar kurulabilecek politik incelemeleri ve tartışmaları beraberinde getirecektir. Ama bunlara paralel olarak onun oğlu ile kurduğu ilişkinin damağımızda “Dedemin İnsanları”nın dede-torun ilişkisi kadar samimi bir tat bıraktığı es geçmemeliyiz. 12 Ekim’de vizyona giren “Uzun Hikaye”, sinema salonlarında meraklısını bekliyor. Ulusal sinema’yla bağı olan bir yönetmenin bir anda muhalif bir eser üretmesi beklenemez. Ancak Osman Sınav’ın yavaş yavaş yükselen Hollywood dekupajı yetisiyle “Uzun Hikaye”de bir bütünlük sağlamasının yanında bürokrasi karşıtı’ bir tarafa da geçtiğini söyleyebiliriz. Bu sayede 1940 ile 1980 arasında filizlenen bu edebiyat uyarlamasını artısıyla eksisiyle bir klasik anlatı malzemesine çevirme becerisini gösterdiği şüphesiz... “1900”ü hatırlatan hikaye yapısı bir kahramanın etrafına yerleştiriliyor Burada içinden komünizmin, sosyalizmin ve sağcılığın geçtiği hikaye yapısı, Bertolucci’nin “1900”ü “Novecento”, 1976 kadar kapsamlı bir sürece sahip gibi görünse de yönetmenin yapmak istediği öyle bir şey değil. Daha ziyade bu dönemlerde baba-oğul ilişkisinde otoriteye karşı gelen ve sosyalist’ ya da komünist’ sıfatlarıyla dışlanan bir aile reisini vurgulamayı hedeflediği söylenebilir. Bu doğrultuda “Uzun Hikaye”nin Schlondörff’ün “Teneke Trampet”i “Die Blechtrommel”, 1979 ile Tornatore’nin “1900 Efsanesi” “La Leggenda del Pianista Sull'oceano”, 1998 ile akrabalık kurması da normal karşılanmalı. Kenan İmirzalıoğlu’nun biraz yakışıklı tavrından arınarak baba’ kimliğine büründüğü bu ilişkide “Dedemin İnsanları”nın 2011 torununun genç hali Ushan Çakır’ın samimi anlatıcı sesi büyük rol oynamış. Çağan Irmak’ın o filmindeki gibi bu kapsamlı süreç, bir insani ilişki’ye çevirilip yerli’ bir ambalaja transfer edilmiş. Bu durum da karşımıza aslında hikaye kurgusuyla gerektiğinde oynarken, tren ve demir yolu ekipmanlarını iyi kullanıp yapma-göçebe ev’i de olabildiğince masalsı ve Tim Burtonesk kılan bir evrene açılmamızı sağlıyor. En azından görünürde ve müzik-görüntü birlikteliğinde bu ruh etrafımızı kaplıyor. Avrupa sineması duygusu yerini popüler sinema algısına bırakıyor. Osman Sınav’ın Hollywood duygusunu en iyi oturttuğu filmi Sınav, dizi alışkanlığını taşıdığı “Deli Yürek Bumerang Cehennemi”nin 2001 ardından “Pars Kiraz Operasyonu”nda 2007 belli sahnelerde yükselen Hollywood ışıltısı’nı burada bir iki dar alana sıkışmış sekans dışında bir dolgunlukla kavrıyor. Bu da “Uzun Hikaye”yi, 126 dakikalık süresinin sıkıntılarına rağmen tanınmayan genç kurgucu ve görüntü yönetmeninin de katkısıyla izlenir bir gerçek hikaye uyarlamasına çeviriyor. Kelimenin tam anlamıyla Sınav’ın bütün olarak en sinemasal işine dönüştürüyor. Mahir Günşıray’dan Mustafa Alabora’ya kadar oyuncuların tamamının karakterleştirilmesi de aslında öykünün son parçasına denk gelen 1970’lerin dış mekan’sız haline çok fazla takılmamamızı sağlıyor. Yönetmenin sinemaskop oranında çekim ölçeklerine ve lenslere hakimiyetin yanında çok yüksek olmayan bütçeyi evin bahçesindeki balonlu serenat sahnesi’ hariç iyi idare etmesinin yanında “Güz Sancısı” 2010 gibi sıfır genel planla hareket etmemesi de takdir edilesi. Zira açılış sekansıyla kapanış sekansı arasında kurduğu özenli bağdan tutun oyuncu yönetimindeki sorunsuzluğa kadar bir detaycılıkla çalıştığı görülebiliyor. Komünistlikle suçlanan karakterin duruşuyla eleştirilebilir Ama filmin dramatik iskeletine bakınca ana karakterin komünizmle bağ kurarken fazla naif kalıp her kitleyi memnun edecek özelliklerle donatıldığını gözlemlemek, tartışmalı bir politik söylemi de harekete geçiriyor. Fakat bu durum Sınav’ın önceki eserlerindeki kör kör parmağım gözüne’ muhafazakar ya da sağcı duruşu akla getirmiyor. Özellikle ailenin vagona girdiği sahnedeki uyum kesmesinden tutun paralel kurgu ve montaj sekans zekasıyla çok fazla tempo yükeltmeden alınan sonuçlara kadar, uzun’ olmasına karşın iyi anlatılan bir hikaye var burada. Ama elbette senaryosal gedikleriyle bazı önemli anları, Hollywood’da da böylesi süreci genişleten projelerde gördüğümüz gibi soru işaretleri’yle geçiyor. Ali’nin sisteme karşı gelen tiplemesiyle oluşturduğu alegorik’ tablo siyasi’ açıdan bir açık kapı bıraksa da, nihayetinde Ali-Mustafa arasındaki ilişkinin samimiyeti ve oradan dökülen komedi, dram ve aşk dengesiyle kalbimize tesir eden bir iş çıkıyor karşımıza. “Uzun Hikaye”, biraz masalsı, biraz gerçekçi, biraz biyografik bir çalışmayı Herkül’ bazından erkek egemen kültür odaklı sinema göndermeleriyle de sararak samimi ve çekici olabiliyor. İkinci bölümde dar alana sıkışan birkaç sahnedeki TV dizisi’ etkisini ve genel plansızlığı saymazsak da yönetmenin dolgunluğuna işaret ediyor. FİLMİN NOTU Künye Uzun Hikaye Yönetmen Osman Sınav Oyuncular Kenan İmirzalıoğlu, Tuğçe Kazaz, Mahir Günşıray, Mustafa Alabora, Mustafa Üstündağ, Cihat Tamer Süre 126 dk. Yapım yılı 2012
baba ve 3 oğul hikayesi